08 Eylül 2011

*Bir İktidar Teorisi – Bölüm 8 , Jeff Vail

İlk kez Bölüm 3′te sorulan soruyu hatırlayalım: temel teşkil eden genetik ve memetik iktidar-ilişkilerimizin farkındalığını elde edersek, bireyselliğimiz ne olacaktır? Yalnızca iktidar-bileşiklerinin taşıyıcılığını mı yaparız? Özgür iradeye ve bireysel özdeşliğe sahip miyiz, ya da genlerimiz ve memlerimizin çoğalmak için bizleri kullandıkları bir yapıdan başka bir şey değil miyiz? Rasyonalite ve ego arasındaki çatışmayı ortadan kaldırabilir miyiz?
Susan Blackmore, The Meme Machine kitabında, kültürümüzün tebaası olarak kaderimizi kabul etmeyi savunur. Fakat önceden de söz edildiği gibi, denetimsiz kalmış kültürümüz eninde sonunda ya insanlığın ya da çevrenin sınırlamalarını ihlal edecektir. İnsanlığın sonuna, Dünya’daki yaşamın sonuna, ya da her ikisine birden götüren bu tarz bir yaklaşımı reddetmeliyiz. Teknoloji de insanlığın mutlak özünü tehdit eder. Genetik mühendisliği ve nanoteknoloji bireyin mutlak özünü yok ederek, bilinci bireyden gruba kaydırabilir. Francis Fukuyama tam da böyle bir olasığın uyarısında bulunur, fakat “ilerleme insanlığın son bulmasına hizmet etmediği sürece kendimizi kaçınılmaz teknolojik ilerlemenin köleleri olarak kabul etmemeliyiz.” ifadesini kullanır. İleriye doğru bir yol vardır; birbirimizle, Dünya ile ve iktidar ile mantıklı, tatmin edici bir ilişkiye götürecek bir yol. Böyle bir yol iki öncelikli kavramı iyice anlamamızı gerektirir – biz kimiz, ve hangi vizyon için çalışmak istiyoruz.
Biz kimiz, önceki bölümlerde açıklamasını gördüğümüz gibi – gen ve memlerin taşıyıcıları – kendimizi en iyi ne olarak açıklayabiliriz. Şu anda çözmek zorunda olduğumuz en zor soru, özdeşliğimizin doğasını en iyi nasıl tanımlarız? Kendilik duygumuz – egomuz – da bedenlerimiz gibi aynı efendilere hizmet eden bir ilüzyondan başka bir şey değiller mi? Gerçek özü yalnızca evrimin aldatıcı bir yapısıyla değil de kendimizle özdeşleştirebilir miyiz? Eninde sonunda kaçınılmaz şekilde farkına varacağız: bireyselliğin özü yoktur. Ego-yanılsaması dışındaki varlıklara fayda sağlayan araçlar olarak inşa edilmiş yığınlarız. Platon’un mağara alegorisindeki gibi, tüm paradigmamız, kendilik duygumuz, memlerin bilincimizin duvarlarına yansıttığı gölgeleri esas alır. Doğamızın
dürüstçe farkında oluşumuz, kendilik ve ego algılarımızın karşı karşıya gelişinden kaynaklanır. Sayısız dini, sosyal ve psikolojik yapı egonun problemlerini reddetmek ya da üstesinden gelmek için var olur, fakat yanıltıcı yapılardan kaçmak için gerekli olan şey ego-yanılsamanın kabulüdür. Bu farkındalık seviyesi, dünyanın en büyük mistik geleneklerindeki aydınlanmaya açılan bir kapı görevi görür.
Ego yanılsamasının ötesinde daha derin bir kendilik kavramsallaştırması var olur: iktidar-ilişkilerinin helezonik, dinamik dansından oluşan evren. Birey ve çevre arasında gerçek Hiçbir bölünme kalmaz. Bilincimiz diğer varlıklar tarafından kullanılan bir araç olarak gelişmişti, fakat diğer hiçbir bağlantı noktasının erişimi olmayan temel bir aleti kullanımımıza sundu: kişisel farkındalık. Kişisel farkındalığın meme hizmet etmek için var olduğunu kavramak kölelik bağını kırar – aydınlanmanın farkına varma görevi görür. Son cümleyi tekrar okuyun. Birey gerçek farkındalığın – yanıltıcı ego-farkındalığı değil, iktidar-ilişkilerinin dansındaki bir bağlantı noktası olarak pozisyonumuzun farkındalığı – farklı bir noktası olarak yeniden ortaya çıkar. Bedenimizdeki her atom yeme, metabolizma ve eliminasyon yoluyla yeni madde ile yer değiştirir – gerçekte bugün geçen yıl meydana geldiğimiz aynı özden oluşmayız. Ölümde fiziksel olarak aynı yapıda kalırız, fakat aynı varlık değiliz. Bu örnekler karmaşık parçacık topluluklarından çok daha fazlası olarak var olduğumuzu anlatır. Gerçek özümüz tekerlek göbeğini oldukça andırır görünür ve geniş iktidar-ilişkileri ağına yayılır. Sabit bir fiziksel akış durumunda var olurken, stabil, kendinin farkında bir bağlantı noktası kalırız. Varoluşumuzu kabul etmek nihayetinde egonun ötesindeki klasik aydınlanma yoluna götürerek bilim ve ruhsallığı birleştirir. Bu farkındalık bizleri özgürleştirecektir.
Kendimizi dinamik bir dünyada kendinin farkında bir bağlantı noktası olarak kabul edişimiz genetik ontogenezimizin kabulü olarak kalır. Genetik olarak, küçük avcı-toplayıcı kabilelerin geç Pleistosen döneminde işlemek için en uygun hale getirilmiş organizmalar olarak var oluruz. Fiziksel ve psikolojik sistemlerimiz, en uygun olarak, küreselleşen, endüstriyel dünyada karşılaşılan koşullardan çok daha farklı koşullar altında işlemek için evrimleşti. O halde, yaratmayı dilediğimiz herhangi bir dünya genomumuzun gereksinimleriyle uyumlu davranmak zorundadır. Genlerimizin gereksinimlerinin ve üzerlerimizde nasıl kontrol sağladıklarının daha iyi bir anlayışını elde ettikçe, bu mekanizmaların bilinçli kontrolünü çok daha iyi bir şekilde elde edeceğiz. Bağımlılık, depresyon, korku ve kaygı bozukluğunun nörokimyasal mekanizmalarının ve bu reaksiyonların başlangıçta neden evrimleştiklerini anladığımızda hepsi kontrol altına alınabilir. Örneğin, bedenlerimizin sempatik ve parasempatik tepkilerinin tetikleyicilerini ve işlevlerini anlamak – pratikte – bu işlevlerin kontrolünü sağlar. Meditasyon ve nefes egzersizleri, pek çok ezoterik geleneğin temelleri aslında bedenlerimizin bazı otonom sistemlerinin kontrolünü elde etmemizi sağlar. Daha fazla araştırma ve dikkatli uygulamayla, genetik programımızın bilinçli kontrolüne sahip olma potansiyeli kazanılır.
Genlerimizle uyumluluk sağlayan bir dünya yaratmak sonuçta memlerin bizleri nasıl kontrol ettiğini anlamaya gerek duyacaktır. Genetik olarak programlanmış tepkilerin bilinçli kontrolünü elde etmek, memlerin iznimiz olmadan bu tepkileri kendileri adına kullanmalarını engeller. Memin isteklerimiz, ihtiyaçlarımız ve davranışlarımız üzerindeki kontrolünü kırarak, genomumuz ile uyumluluk sağlayan bir dünya inşa etmeyi seçebilir ve inşa için harekete geçebiliriz. İnsanlara büyük özgürlük ve çevremiz üzerinde kontrol sağlayan, gücü bireyin ellerinde toplayan stabil kültürel-bileşikler yaratmak için, bilinçli bir şekilde memleri şekillendirmeye başlayabiliriz.
Çeviren: Serhat Elfun Demirkol
Our Posthuman Future”, Francis Fukuyama, syf 218.

Platon’un mağara alegorisi: esirler bir mağaraya yerleştirilir, kafaları öyle bir zincirlenirki, yalnızca tek bir duvarı görebilirler. Arkalarından gördükleri tek duvara ışık yansıtılır. Kuklacılar duvarda gölge yaratmak için nesneler kullanırlar. Platon’un esas anlatmak istediği duvardaki gölgelerin esirlerin tüm gerçekliğini temsil ettiğidir, fakat dışardaki bir gözlemci gölgelerin gerçeklik “olmadığını” kolaylıkla gözlemleyebilir – tıpkı ego yanılsaması ve mem konusu gibi.
Genetik ontogenezimiz – insanın küçük, avcı-toplayıcı kabile ortamındaki evriminin izlediği yol – bizi en iyi tanımlayan şeydir. Paul Shepard, “Traces of an Omnivore” isimli çalışmasında, bu kavramı ve modern yaşamlarımızla olan çatışmasını derinlemesine araştırır.

Çoğumuz için, biçimsel eğitimimiz bizlere hiçbir zaman layık olduğumuz bedenimize-zihinimize sahip olma olanığını vermedi. Bkz. Prometheus Rising” ve “Quantum Psychology”, R. A. Wilson, “Mind Wide Open”, Steven Johnson, “The Strucutre of Magic”, Richard Bandler ve John Grinder ve “The Secret Teachings of All Ages”, Manly P. Hall.
Bilinçli nefes alma, özellikle, bedenin sempatik ve parasempatik tepkileri üzerinde kontrol sağlama yolu olarak görünürler. Bu basit çalışmayı deneyin. Aşağıdaki uygulamayı dört kez tekrarlayın: dörde kadar sayarak burnunuzdan nefes alın, yediye kadar sayarak nefesinizi tutun, sekize kadar sayarak ağzınızdan yavaşça nefes verin. Dördüncü defadan sonra, hemen onbeş saniye boyunca mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde burnunuzdan nefes alıp verin. Daha sonra tekrar başlangıçtaki gibi dört kez nefes alıp verin. Bedeniniz istemeyerek “savaş ya da kaç” moduna geçtiğinde, gevşemiş, uyanık zihin durumu elde etmek için bu uygulamayı yapın. Daha fazla bilgi için Andrew Weil’in “Breathing” çalışmasına bakınız.


* Çeviri Serhat Elfun Demirkol'a ait... Kendisine  Yabanıl aracılığı ile biizmle paylaştığı bütün şeyler için teşekkkürler..

Hiç yorum yok: