09 Ağustos 2025

Gül Abus Semerci'nin Bir Şiiri Üzerine, Mehmet İşten

 

                                                                                                                                        

 

Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük  

Gül Abus Semerci’nin ilk şiir kitabı ama ilk kitabı değil, daha önce öyküleri var. Özellikle Pisuvar Tedirginliği adlı kitabı epey yankı bulmuştu. Kendisi okullu bir senarist öte yandan, yazdığı senaryolar dizi ya da film olarak çekildi.

Çok genç yaşlarından itibaren edebiyatın içinde ama bildiğim kadarıyla aktif sahadan epeydir uzaktaydı. En azından ben dergilerde rastlamıyordum. Gerçi senaryo yazarlığı yapıyordu ama edebiyat sahasında görünmüyordu. Sonra, bir yıl kadar önce benim de şiirlerimi yayınladığım Natama dergisinde şiiriyle karşılaşınca çok sevinmiştim. Hem de ne şiir!..

Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük’tü şiirin adı. O şiir vesilesiyle ayaküstü Enis Akın, Gül ve ben konuşmuştuk, Enis iyi şiiri yüz metreden tanır. Gül’ün kitabını basmak istediğini ima eden bir iki cümle de kurmuştu o ara. İyi ki her şey böyle olmuş. Edebiyatımızda özgünlüğü apaçık bir şair olarak tanıştık kendisiyle.

Bizi, toplumu yalan söylerken yakalayan şiirler.

Kitabın adı neden bu? Kim bu “biz” dediği yani kim bu “dışarıdan iyi olup içindeki sıkıntılar büyük olan” diye düşündüğümüzde ad kendi başına da bazı imalar taşıyor ve şiirlere girince anlam kazanacak olan şeyi adıyla da sezdiriyor. Bu bir beyaz türk insanıdır. Muhtemelen plaza insanı, bir ‘beyaz türk ailesi’ dışarıdan iyi olup içindeki sıkıntılar büyük olan…

Kitapta on bir şiir var. İlla bir çerçeve kurmak gerekirse Gül Abus’un şiirleri, toplumu, bizi, kendimizi tam da yalan söylerken yakalayan şiirler. Aynı zamanda kadın olmanın şiirleri. Bu meselelere yaklaşırken de kendini de hariç tutmadan daima dürüst kalabiliyor şair; en söylenemez, en itiraf edilemez zannedileni söylüyor, bazen dümdüz ve bütün çıplaklığı ile bazen ironik bir dille.

şiir yazan bir ev kadının ahlakı

 

Pazar günleri şiir yazarım

Kocam ve biri kız, diğeri oğlan iki çocuğumla yaptığım

                               Pazar kahvaltılarını sevmem,

Çocuğum bırakma o parçayı demekten, kocamın çayının

                                   bitip bitmediğini kollamaktan yorulurum.

                                 Yüzüme yapıştırdığım şefkatli, güler yüzlü anne

                                 suratını arkamı döndüğüm anda çıkarırım. Bir

                                   elimin baş parmağıyla şu üçünün başını ezmek

                                  isterim. En küçüğünün canı acır. Onu en alta

                                koymak istemem.*

 

*Şiir Yazan Bir Kadının Ahlakı, Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük, Natama Yayınları Syf.7

 

 

Kitaptaki ilk şiir olan şiir yazan bir ev kadınının ahlakı’ında herkesin bir çeşidini sergilemek zorunda kaldığı toplumsal roller içinden biri olarak kadınlık ve annelik hâlleri nedeniyle daralmış bir kadın portresi var. Edebiyat bu yüzden de güzeldir. Gerçek hayatta ancak aklımızdan geçirebileceğimiz, kimsenin yüzüne söyleyemeyeceğimiz o şeyleri söyleme şansı buluruz. Bütün o Sait Faiklerin, Selim İlerilerin, Kafkaların, Oğuz Atayların filan yazdıklarını karşılarındakilere çat çat söylediklerini bir an hayal ediyorum da…   

 

İyi şiir başka bir şey, hakiki şiir başka bir şey bana kalırsa. Çok temel bazı hakikatlere, sorunlara, problematiklere hiç dokunmadan yazılmış iyi şiirler de okudum ama hakiki şiir işin diğer boyutunu öne alıyor, yani bize hakiki bir şeyler söylüyor. Şiir yazan bir ev kadınının ahlakı tam öyle bir şiir.

 

kahvaltı yalnızca yenilen bir şeyler değildir

 

Şair “pazar kahvaltısı”ndan saldırıyor, çünkü pazar kahvaltısı adeta bir simge. İzlediğimiz filmlerden biliyoruz en azından; kahvaltı, özellikle de pazar kahvaltısı bir kent insanı ayinidir. Neden öyle? Çünkü kent ailesinde sabah çok erken kalkılır, herkesin koşturacağı yerler vardır, günlerden pazar değilse. Çocuklar okula gidecektir; baba bütün o şık kıyafeti, çantası ile ‘şirkete’. Nedense hep şirkete... Bu tablo Amerikan filmlerinden. En azından benim belleğimde baba hep şirkete gider; bir otobüs şoförü, bir işçi, bir gişe memuru ya da bir kafe işletmecisi yoktur! Vardır tabii öyle filmler de ama şablonlar çok kullanışlı olduğundan mıdır nedir, özellikle film başlarında mutlu bir beyaz yakalı, orta sınıf aile tablosu oluşturmak istiyorsanız filmde biraz sonra yaşanacak krizden önce muhakkak bir kahvaltı sahnesi koyarsınız, kullanışlıdır çünkü. Tabii babayı kapıda ailece öpme ritüeli atlanmaz ve baba arabasına binip gider. Bu arada ev ‘müstakildir’, kapı önüne çıktıklarında anlarız, bahçesi olan müstakil bir ev! Ne saadet… Anne?  O filmlerde, en azından birazcık tarihi eski olanlarda anne çalışmıyordur, çünkü baba çalışıyordur. Anne ise kendi arabasıyla çocukları okula bırakır ya da çocuklar servise bininceye kadar


arkalarından bakar; sonra ev, bütün gün onundur. Ev işleri için yardımcı biri gelecektir, anne de birtakım dergileri karıştıracak, arkadaşlarıyla telefonlaşacaktır. Daha modern filmlerde anne arabasıyla çocukları okula bıraktıktan sonra kendi ‘şirket’ine gider. İşte pazar kahvaltısı, bu koşuşturmacalı ‘hafta içi’nin intikamıdır adeta. Hayatımız aslında hiç de fena değil demektir, hatta bayağı iyi yaşıyoruz ve mutlu bir aileyiz. İyi ki böyle bir aileye sahibim. Soru 1: Herkes nasıl çok kolay araba sahibi oluyor ya da biz neden o kadar kolay olamıyoruz? Soru 2: Krizin bozacağı mutlu rutin için neden pazar kahvaltısı seçiliyor? 1. soruyu geçiyorum. Alakasız oldu ama sormadan geçmek istemedim. 2. sorunun cevabı ise şu: Mutlu bir aile tablosu için kahvaltı mükemmeldir. Bir kere bulvar gazetelerindeki mutlu yaşam sayfalarında kahvaltının bizatihi kendisi ‘mutluluk verici’ olarak tanımlanıyor. Ayrıca mükemmel geçecek bir gün bu. Böyle başlayan bir gün nasıl kötü geçsin?.. Herkes bir arada, herkes kendi rolünü hayata taşıyor; şakalar, takılmalar, kızıyormuş gibi yapmalar filan… Acelemiz yok üstelik, derslerin ve işlerin canı cehenneme diyebiliriz bugünlük! Böyle bir başlangıç biraz sonra çocuklardan birine çarpacak arabanın yaratacağı facia duygusunun etkisini artıracak ya da kadını beklenmedik şekilde arayan çok eski sevgili, izleyenleri birtakım duygu durumlarına sokacak. Ama şimdi kahvaltı ediyoruz, biraz sonra başımıza gelecekleri ya da yan sokakta birilerinin başına zaten gelmekte olanları bilmeden mutluyuz. İşte pazar kahvaltısı budur.

 

Gül Abus, bize bütün bunları bilen bir anne ‘olarak’ kararlı bir şekilde mırıldanıyor: Pazar kahvaltılarını sevmem!

 

evden uzaklaşmak

 

Anne olmaktan da mutsuz mu tam bilemiyoruz ama anne rolünü oynamaktan kesinlikle mutsuz. ‘yüzüne yapıştırdığı şefkatli güler yüzlü anne suratı’nı hemen çıkarıyor zira. Sadece anneyi değil kadın, koca, çocuk, şair oluş gibi bütün toplumsal rolleri de kılıçtan geçirmeden bırakmıyor. Artık pazar kahvaltısı sadece yenilen bir şeyler değil, yapılan ve yapılamayan bir şeyler de çünkü. İçine sıkışılan cendere. Anne olmak demek -tabii baba olmak da-; yanı başınızda gürül gürül bir hayat akarken “çocuklarımı çok seviyorum” demek, “baksana şunun tatlılığına” demek, canın yana yana herkes şahane bir ortama giderken evde oturmak demek, tasarruf ve geleceği düşünmek demek. Gül yalan söylemiyor, pazar kahvaltılarını sevmiyor işte!.. Olumlu, pozitif, ideal anne olmayı sevmiyor, buna inanmıyor, bu sahte bir kurgu ama çocuklar için en doğrusunun bu olduğuna inanıyor ve onları seviyor. Bir yandan o üçünün başını baş parmağı ile ezmek isterken öte yandan en küçüğünün en altta kalmasını istemiyor!.. Ellerinde yaralar çıkıyor bütün bu karşıtlıklardan ve stresten.

 

Gül Abus bütün bunları söylerken şiirin biçimini filan umursamıyor. Bazı yerleri düzyazı bir şiir denebilir mi? Ama bana kalırsa o “gördüğü şey”in, içini yakan o şeyin bizim de içimizi yakmasını umuyor sadece. Belki o da değil, sadece o ağırlığı tek başına taşıyamıyor, söyleyerek hafifletiyor. Biçiminden ona ne! Şiirin sonunda da söylediği gibi: Yoksa ellerindeki yaralar geçmez!.. Şiirin sesiymiş, dize kuruluşlarıymış, çarpıcı imgelermiş… çok da umuru değil. Büyük şair olmak, şair olarak tanınmak filan değil derdi, şiir yazarken kendini ifade edebiliyor, sahiden kendi olmaktan söz ediyorum. İnsanın kendini ifade edebiliyor oluşu, ne kadar klişe bir söz hâline geldi, kof. Ama bu klişe bariyerini aşabilirseniz bir insanın kendini gerçekten ifade edebileceği bir alan bulması çok az rastlanır ve çok inanılmaz bir şey… Gündelik hayatta hiç olamayacak bir şey bu! O yüzden bulduğu bu imkânı dürüstçe kullanıyor Gül Abus. Yani şöyle imge, böyle söyleyişten önce kendini ifade etmek. Ama doğal bir dilinin olmasını önemsiyor, iri laflar söylüyormuş gibi görünmek istemiyor. En ağırını söylerken bile sanki öyle bir söyleyip geçiyor, göze sokmuyor:

 

Bugün de bir Pazar.

Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki; hır gür çıkmasın.

Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki; ben arkasından şiir

                                                   yazmayayım.

Pazar Kahvaltısından sonra ellerimde yara çıkar.

Ama yazarım.

 

Çocuklarını günlerden pazar olduğu için okula değil kursa uğurladıktan sonra ev ona ait. Sigara içebiliyor artık. Balkona çıkıyor mu? Sanmam. Sonra bir kafeye gidiyor.

 

Şiir mutlaka yazarım.

Mesela şimdi bir şiir yazıyorum.

Elim yara içinde ama yazıyorum.

En pahalı sigarayı alırım.

En güzel yüzüğümü parmağıma takarım

Kızla oğlan kursta.

Daha önce dinlemediğim türden müziklerin çaldığı bu

                    kafeye gelirim.

 

 

Ben bu kafeye gidişte, gidişlerde ya da kuaföre ya da müzeye… kadın oluştan birazcık olsun uzaklaşabilme arzusu görüyorum. Herkes gibi bir insan olma, birtakım boş ya da dolu işler yapma, böyle herkes gibi bir özgürlük ve konfor alanına sahip olduğunu hissetme arzusu. Bu, evde olamayacak bir şey, kadınlar için. Erkekler için ev daha iyi. Kadın kafeye bunun için gidiyor. Sahibi, sorumlusu, yetkilisi, hizmetçisi, annesi olmadığı bir mekânda olmak…

 

Genellikle kadınların kıyısında otururum.

Korkarım kocamı aldatmaktan

Bir güzel bakışa tav olurum sanırım

Bacağım baldırım açılır, örtmekle uğraşmam

O denli yazarım

Aklıma ne gelirse.

Vallahi aldırmam, billahi aldırmam

Pazar sabahları şiir yazmak isteyen kadınlar, birbirine

                        yakın masalar bulur burada.

Ne de olsa evliyiz.

Ne de olsa bedbaht hayatlarımızdaki çıkmayan lekelere

                               nüfuz etmek isteriz.

Ne de olsa ellerimiz yara

Yüzümüz çok güzel

ne de olsa Pazar günleri şairiz hepimiz.

Pazar kahvaltısından sonra buraya geliriz, bir kahve içeriz

 

 

Yazıyor. Diğer bazı yazmak isteyen kadınlar da onun gibi yapıyor. Kadınlara yakın masalara oturuyorlar. Aksi takdirde mazallah kafede yalnız bir kadın! Aranıyor mu? Tanışabilir miyiz? Bana mı bakıyor? Yedi beni yedi… Ama kendine de çok güvenmiyor; çünkü biliyor, “o” yaşıyor içinde bir yerlerde bütün bu aile martavallarına rağmen. Anne olmak ve eş olmaktan da önce bir dişi oluşu var, ona karşı temkinli.

Yazıyor, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden. Yazarken anlatabiliyor kendini. Bu bir cesaret meselesi değil, yani insanlara konuşurken de kendini anlatmak, bir cesur olup olamama meselesi değil. Bu olmak ya da olmamak meselesi, biliyor. Olanaksız da. Bütün bu gündelik hayat içerisinde kim neyi anlayabilir?

Yukarıda bir yerlerde demiştim, koca koca hakikatleri küçük ve önemsizmişlercesine söylüyor Gül Abus. Ne söylemek istiyor? Tıpkı sizin yaptığınız gibi mi? Aynısı kaynımın başına geldi. Yok daha neler…

 

şiirde kendi olmak

 

Bu o denli yazış, bir tür trans hâli, kendinden geçme, kendini bulma, kendini ifade edebilme sevinci; dili bulabilme, oluyor galiba diyebilme, dünyevi şeyleri umursamayacak kadar mutlu olma bu ifade edişten; bakışları, kuralları, istekleri, kıvamlı kıvamsız yürümeleri umursamayabilme…

 

Kendisi gibi hisseden kadınlar da var. Kendisine biçilen rollerden bir süreliğine de olsa uzaklaşmanın iyi geleceğini duyumsayan kadınlar.  Yani aslında o kafede şiir yazan kadınların bazıları sahilde yürüyor, bazıları başka bir kafede arkadaşlarıyla, sergide şiir yazmaya çalışıyor. Hepsi güzel bir ruha sahip ama kadınlık onları değiştiriyor, zorluyor, örseliyor, eksiltiyor, bozuyor belki…

 

 

Pazar kahvaltısından sonra buraya geliriz, bir kahve içeriz.

Masamızın kenarındaki lekeyi sileriz

Şairsin yapma deriz

Evde leke çıkardığın yetmedi mi?

 

Ama kadınlık kolay kurtulunulabilen bir şey değil, içe sinmiş yanları var, kendini yakalıyor kadınlar bu içselleştirmede.

 

Şiirde benim tanımadığım birtakım tv karakterleri de var, muhakkak önemlidir. Yavşak sesli bir adam, dekolte giyinen Şebnem Hanım. Şebnem Hanım, memelerini salıyor. Titretiyor demek mi, hoplatıyor mu?

Bu sahne şiirdeki öznenin (burada şairin demek olmaz artık), kocasını arzulamasına neden oluyor, canı çekiyor.

 

Bayağı bayağı didişiyor Şebnem Hanım’la şair.  Yok efendim şiir yazsınmış, o yazsın şiirdeki özne memelerini salsınmış…

 

Bilinçakışı tekniğini kurmacalar için çok söz konusu ediyorlar ama ben epeydir çeşitli şiirlerde de görüyorum. Sanırım burada da böyle bir şey var. Bir pazar günü kafeye kendi oluşa giden bir kadının aklındaki çekirgelerin zıplayışları… Beyine gem vurulamıyor, türlü şeyler düşünüyor, elbette gündelik gerçeğin zihnimizi meşgul etmesinden kaçamıyoruz. Neyin nasıl bir iz bırakacağını ve insan zihninde neye dönüşeceğini kim bilebilir?.. Belli ki bu TV karakteri ve programı erotik birtakım çağrışımlarla türlü düşüncelere dönüşüyor onda.

 

Söyleyeceklerim bundan ibaret

Ay İsmail bunları duysa beni hiç tanıyamaz

“Ne ayaksın kız sen” der

Yatırır siker

 

Acıklı bir şeyler seziyorum bir yandan. Erotik, pornografik, tahrik edici tamam ama acıklı ne? Acıklı olan şu: Sevilen, âşık olunan belki, karısı olunan bir adam var ve 1- İsmail hiç şiir okumuyor, buna güveniyor, bu yazdıklarımı göremez nasıl olsa… 2- Diyelim okusa, onu tanıyamıyor, yani aslında onu hiç tanımamış. 3- Demek kadın kendini hiç ortaya koy(a)mıyor, hep bir “şey” gösteriyor onlara, eşine, çocuklarına… Her evde olduğu gibi. Acıklı olan bu, evet. 4- İsmail, tanıyamaz onu ama yatırır, siker. 5- Neden? Çünkü erkektir. Aslında o da bundan hoşlanır, hoşlanıyor. Şiirin ortalarında, Şebnem Hanım mevzuunda canı çekmişti hatırlarsak.

 

Oysa kocamın iyi huylu karısıyım ben.

Çocuklarımın kıvrılıp göbeğinin üzerinde uyudukları canım

                                                   anneleriyim

Yalan söylüyorlar ama ne yapsınlar,

böyle olmak zorundalar.

Güzel annem demezlerseeee!

Annem süper demezlerseeee!

Biricik karım diye methetmezse kocam beni!

UTANIRLAR!

Ayıplar toplum onları

İşte böyle yuvarlanıp gidiyoruz

Pazar kahvaltısından sonra ben bunları yazayım diye.

Yoksa ellerimdeki yaralar geçmez ölürüm!

 

1.dize tuhaf bir karmaşa oluşturuyor bende ne demek istediğine dair. Üstteki bölümde İsmail’in söz konusu edilen eyleminin bir arzu olduğuna dair, belki istediği ve kendini dışlaştıracağı kadar hakiki bir cinselliğin olamayışını anlatıyor evlerde. Çoğu insana “samimiyetin, hakikiliğin bu kadarı da fazla” dedirtiyor şiir. Pes! Şair ya da doktor ya da reklamcı… Hiçbir anne, hiçbir eş yazdıklarında bir tür otosansür uygulamadan yapamaz diye düşünüyor herkes. Gül Abus, uygulamıyor, ileride şöyle mi olur böyle mi olur tarzında şeyler düşünmüyor. Gerçekten acayip!.. Çocuklarının bir ‘rol’ içinde olduklarını söylüyor yahu!... Bilinçli ya da bilinçsiz ama saf bir sevgi değil yaşadıkları, öyle anlıyoruz. Tabii ki yalnız onun çocuklarının değil, tüm çocukların, tüm kocaların, tüm kadınların!..

 

Şiirdeki bütün bu rahatlıklar ve hakikilikler için teşekkür edeceğimiz ne çok insan var. Bir kere “Zerrattan şümusa her güzel şey şiirin konusu olabilir.” diyen üstat Ekrem var. Şiire has konu diye bir şey olmaz diyor yani, Halit ziya var, mensur şiirleri edebiyatımıza getiren, Orhan Veli var, nasırlardan şunlardan bunlardan şiir çıkaran, şairaneyi şiirden kovan, böylece sadece “her güzel şey” sınırını da atıyor. Edip Cansever var, biranın bardaktan dökülüşünü şiirin temel motifi yapan.

 

Bir ev kadınının kafede oturduğu masanın örtüsünün kenarındaki lekeyi silme otomatik, adeta içgüdüsel davranışı şiir değil mi yani, kadın oluşun ne olduğunu böyle bir önemsiz ayrıntıda da bulmuyor muyuz? Ya da kahvaltı masasında kocanın çayının bitip bitmediğini kollamada kimlik savaşlarından azade, şiire dönüşmüş kritik bir sosyoloji, can yakıcı bir psikoloji yok mu? Keza kadınlara yakın masayı tercih etmede, nüfuz etmede… kadın olmayı görmüyor muyuz?

 

Kadının kafasında bi milyon ayrıntı, yapmışlık, yapamamışlık, az yapmışlık var. Bir yandan kadın ve anne oluşun uymaya çalıştığı bi dünya ritüel, öte yandan elit sınıftan olmanın getirdiği bana bir şey olmasıncıklar, izlenilen tv programının güne yayılan sarkıtları, dikitleri; kendiyle, herkesle ve her şeyle tıkış tıkış dolmanın getirdiği huzursuzluklar. Bilinçakışı!..

 

Şimdi modern nedir, modernist nedir, postmodern nedir muhabbetlerine girip meseleyi karıştırmak istemiyorum ama modernist edebiyatın postmodern bölümü diyebileceğim bir alan var edebiyatta, özellikle şiirde. Son yıllarda dil, söylem, türler arasılık, üstkurmaca, geleneksele atıf, söylem taklidi vb. her özelliği gördüğümüz. Gül Abus’un şiiri biçim, dil, söyleyiş, yapı olarak oralarda bir yerlerde konumlanabilir. Ama şair tutumu, dürüstlük, hakikilik bakımından eşsiz bir alan açıyor.

 

Aslında yazıya başlarken niyetim ya kitabın bütünü hakkında yazmaktı ya da başta söz ettiğim kitaba adını veren şiir hakkında yazmak. Günlük dilin şiirini keşfetmekten de söz edebilirdim, internet kuşağının dilini, sosyal medyanın dilini nasıl yakalayabildiğinden… “Bekliyorum güzel şeyler olacak/ Sağlıktı spordu hepsine son vereceğiz” derkenki sahici olmaya dair kötücül ümidi vurgulayabilirdim. Ter kokan gündelikçi Nagihan ile sınıfsal didişmesinden, yumruğu hep kendine vurmasından bahis mesela. En önemlisi kitaba adını veren şiirdeki insan yalnızdır ve hiçbir iyilik sürdürülemez gibi gerçeği ta kökünden yakalayan şeyleri… Ama ilk şiirde takılıp kaldım. Kim bilir belki başka şeyler de yaparım. Ben Gül Abus Semerci’ye teşekkür ediyorum böyle bir şiirle geldiği için.

 

 

 

 

Mehmet İşten


* Yaz vücut bulalı 7-8 ay oldu. 

17 Mayıs 2025

divana kalsın


Ben de şu dünyaya geldim giderim
Kalsın benim davam divana kalsın
Muhammet Ali'dir benim vekilim
Kalsın benim davam divana kalsın

Yorulan yorulsun ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısından ben sorulmazam
Kalsın benim davam divana kalsın

Ben de vekil ettim bar-i hudamı
O da kulu gibi zulüm ede mi
Orda söyletirler bir bir adamı
Kalsın benim davam divana kalsın

Dolanıp çevrilip birgün gelirsin
Ettiğin işlere pişman olursun
Orda da mı Hızır Paşa olursun
Kalsın benim davam divana kalsın

Mümin müslim döşürür de cem olur
Anda sınık yaralara em olur
Kara taş erir de safi mum olur
Kalsın benim davam divana kalsın

Pir Sultan Abdal'ım dünya fânidir
Giden adil beyler gelen ihvandır
Kırkların divanı ulu divandır
Kalsın benim davam divana  kalsın

demedim mi

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Çıkalım meydan yerine
Gidelim Ali seyrine
Canı başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi

Pir Sultan Ali şahımız
Hakka ulaşır rahımız
Oniki imam penahımız
Uyamazsın demedim mi

18 Eylül 2024

geldi geçti ömrüm benim, Yunus Emre

Geldi geçdi ‘ömrüm benüm şol yil esüp geçmiş gibi

Hele bana şöyle gele şol göz açup yummış gibi

 

İşbu söze Hak tanukdur bu cân gevdeye konukdur

Bir gün ola çıka gide kafesden kuş uçmış gibi

 

Miskîn Âdem oglanını benzetmişler ekinciye

Kimi biter kimi yiter yire tohum saçmış gibi

 

Bu dünyede bir nesneye yanar içüm göyner özüm

Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

 

Bir hastaya vardunısa bir içim su virdünise

Yarın anda karşu gele Hak şarâbın içmiş gibi

 

Bir miskîni gördünise bir eskice virdünise

Yarın anda sana gele Hak şarâbın içmiş gibi

 

 

27 Temmuz 2024

2024 Paris Olimpiyatları ve Dünyanın hali pürmelali, mehmet işten

2024 Paris Olimpiyat oyunları başladı.
Muazzam bir açılış töreniyle.


Adeta bir sanat yapıtı izler gibi saatlerce sıkılmadan izledik. Görkemli bir tören düzenlemiş Fransızlar. Bir 'performans' olarak bakıldıkta harikulade tablolar vardı. Işık, ses, görüntü, kareografi.. hiçbir şey için masraftan, emekten kısılmamıştı. Özellikle dikkatimi çeken günümüz inasanının gerçekliğine uygun olarak "instagram" mantığında, tablolar halinde yığınla tablonun eklemlenmesiyle oluşan bir resital kurgusunda tasarlanmış olması. Reelste kaydırma duygusu uyandırıyordu insanda. Oraya bakıyorsun başka bir şey, buraya bakıyorsun başka bir şey... Eski açılış törenlerinin sonunun geldiği anlaşılıyor. Sabit bir platform yani!.. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın ve ne kadar güzel hazırlanmış olursa olsun tek bir merkeze odaklı gösteriyi insanlar izleyemez artık. Sosyal medya biçimlerinin hayatımızı, bakış açımızı ve eğlenebilme yeteneğimizi ne derece etkilediğinin kanıtı olarak kalsın akılda.
Başka şeyler de var tabii. Çok iyi bir fikir olan katılımcı ülke sporcularının Sen Nehri'nde süzülüp giden teknelerin üzerinde yer aldığı geçit resmi bizlere dünyanın ne muazzam bir kültür zenginliğine sahip olduğunu gösterdi. İlk sırada malum sebeplerle Yunan kafilesi çıktıktan sonra ikinci sırada "Mülteci sporcular kafilesi" çıktı? Kafa dünya sorunlarına kayıyor haliyle..
Hemen hemen her ülke kendi bayraklarındaki renklere uygun tasarlanmış elbiselerle arzı endam eyledi. Halbuki bayraklar ulusları simgeler ama halkların, yerel kültürlerin renkliliğini yansıtmaktan uzaktır o renkler. Misal bizimkilerim turkuaz mavisi... Tamam bayrak değil ama ne alakası var bizimle bu mavinin?.. Turkuaz mavisi? Türk taşı diye bir taş varmış da falan da filan. ben daha hayatımda görmedim Türk taşı. Gördüm tabii buraların taşını toprağını ama onları saymıyorlar. Ben olsam tasarlardım bir Anadolu esvabı, onu giydirirdim çocuklara...
Az kalsın unutuyordum. Birkaç yıldır tüm ülke olarak Filenin Sultanları ile yatıp kalkıyorduk 🙂 Ama törende onlar yer almadı. Sonra öğrendik. Voleybolcu kızlardan biri "beraber milli marşı söyleyebileceğim birileriyle sahada olmak isterdim" demiş,"bir Kübalıyla değil" Vargas'ı kastederek!

Yahu şu milliyetçilik nasıl bir beladır, her yerde karşımıza çıkıyor... Bam bam çivileri rakiplerin tepesine çakarken iyiydi, milletçe yere göğe koyamıyorduk. Şimdi de sahip çıksanıza, bu salak beyanatı vereni ayıplasanıza... Varsan baksan onu vatandaşlığa alabilmek için envaiçeşit dümen çevirmişizdir. İnsanlara yazık yahu... Heder oluyorlar dinlerin, milliyetçiliklerin, ideolojilerin hegemonyasında..
Ama yine de çok etkileyici bir geçit resmiydi.
Ancak bu parıltının altını üstünü kazıyınca başka şeyler de çıkmıyor değildi.
Aman tanrım ne ülkeler icat olmuş biz atlaslara bakmayalı!.. Ben yaşta olanların dünyanın durumu hakkında yeniden düşünmesine neden oldu ister istemez. Ne acayip ülkeler türemişti: Nauru, Lesotho, Esvatini, Trinidad ve Tobago, Mauritius... Bu çoğunun bayrağından anlaşıldığı kadarıyla Fransız, İngiliz sömürgesi olup birkaç yüzyıl tüm zenginlikleri sağılıp azat edilen ülkeleri oturup biraz çalışmaya karar verdim. Ki bu azat etmenin de gerçekte özgürlükle, bağımsızlıkla ilgisi olmadığı, kamuoyu önünde bir özüre tekabül ettiği, sömürünün aynen devam edeceği, söz konusu ülkedeki yeni muktedirleri yine kendi şirketlerinin belirlediği, maddi manevi tazminat davası açılmayacağına dair garanti aldıklarını da biliyoruz.
Dikkatimi çeken bir ayrıntı da Makedonya'nın "Kuzey Makedonya" olarak geçmesi. Sonra anlıyorsunuz tabii neden öyle olduğunu. Yunanistan'da da Makedonya diye bir bölge var. E ama kardeşim, orası bir bölge, bu ise ülke. O nasıl olacak? Oluyor işte..
Aynı durum tersinden Kıbrıs'ta yaşandı tabii. Güney Kıbrıs diye değil Kıbrıs adıyla geçtiler. Ne demek bu? Ada'da tek devlet var ve Türkiye orada işgalci ülke. Olimpiyat Komitesi Güney Kıbrıs diyemiyor, dese soracaklar bunun Kuzey'i neresi? Belli ama dünya tanımamış Kuzey Kıbrıs'ı o nasıl olacak?
Filistin kafilesine dikkat kesildik, bir hareket olacak mı diye, olmadı. Ama işte şu kurt işareti meselesinden öğrendiğimiz üzere spor alanlarına siyaseti olabildiğince sokmamak gerekiyor sanırım.
Meseleler, meseleler yani...
Ayrıca, adeta bir dünya tarihiydi açılış töreni. Sanatta, kültürde, medeniyette her şeyi onların bulduğunu hep beraber bir kez daha idrak ettik. Büyük besteciler, edebiyatçılar, bilim adamları görünüyordu ekranda arada bir... Gerçekten de her şey Fransa'dan çıkmış diyesi geliyordu insanın.

Bastil Hapishanesiyle, mary antuanıyla, giyotiniyle, kanı ve şiddeti anlatan iyi tasarlanmış bir Fransız Devrimi tablosu...
Ama hep Fransa içinde olan biten faaliyetler. Cezayir'i nasıl işgal ettik, Afrika'yı nasıl sömürgeleştirdik iması taşıyan bir şey yoktu mesela. İstanbul Olimpiyatları geldiğinde bizimkilerin "İstanbul'un Fethi"ni orya koymadan, şöyle gemileri bir dağda yürütmeden içlerinin serinlemeyeceğini düşününce nasıl olacak o zaman o işler bilemedim. Gelgelelim ulusların tarihi böyle şeylerle dolu.
Paris'te nasıl Cezayir katliamları gösterilmediyse, 2028'deki Los Angels Olimpiyatları'ında "kızılderili katliamları"nın, ve İstanbul Olimpiyatları'nda, ermeni katliamlarının, alevi katliamlarının gösterilmeyeceğine eminiz nasıl olsa...
Ulusal takımlarında 'zenci' ağırlığı olan Avrupa devletlerindeki bu durumun sömürgecilik faaliyetlerinin lideri olmalarıyla ilgili olduğunu zaten anlıyorduk ama törenlerde yirmi ülkenin bayrağında İngiliz bayrak modelini ya da allahın Afrika ülkesinin bayrağında haç işareti görünce tarih önümüzde temerküz ediyordu adeta.
Bir diğer konu, (muhakkak ki literatürde bir adı olan, benim ancak "ayrıksılar defilesi" diyebileceğim) defilemsi etkinlikteki görüntülerdi. LGBTİ'lerin, sakallı kadınların, transların, şişmanların, yaşlıların, engellilerin cinsellik çağrışımlarıyla boy gösterdiği bir defile! Bunu bütün dünyaya canlı yayında yayımlamak! Aşkolsun adamlara. TRT de yayımlamak zorunda kaldı tabii bunları. Daha izlerken herkesin olduğu gibi benim de aklıma bu görüntülerin yaratacağı infial geldi. Nitekim konu sosyal medyada gündem olmaktan başka neredeyse tüm malum medyada "Sapık Olimpiyatı" türünden manşetlerle verilmişti bugün. Hayırlısı olsun, ne diyelim... Yani dünyada ne varsa olimpiyatlarda da o var. Bu değil mi konu? Dahası olimpiyat bir anlamda bu demek değil mi? Ben yanlış mı biliyorum.

Ama spor müsabakalarını izlemek için mükemmel bir yaz gibi geliyor bana. kendi koşullarımın serbestliğinden kaynaklanıyor tabii.
İyi seyirler.

15 Temmuz 2024

fail-i meçhul beyin kanamaları, mehmet işten

 Son şiirim "adam kusmak üzere" dizesiyle bitiyor.

Önce şu: 1988 yılında üniversitedeyken bir akşamüstü, soyadını hatırlamadığım Adnan adlı Trabzonlu bir arkadaşımı merdivenlerde yatarken buldum, ara geçişlerin birinde. Şoke oldum. Az sonra yukarıdan Mustafa adlı bir arkadaşım da olayın şoku ile indi ve aptallaşmış bir hâlde, beni görünce "Neredesiniz oğlum siz, Adnan merdivenden düştü" diye bağırdı. O panikle bir şeyler yapmaya çalıştım. Koş ambulans çağır dedim, cep telefonu filan yok tabi. Gitti. Ambulans geldi, taşıdık. Birinin yanında gelmesini istediler. Mustafa ikirciklendi, ben bindim ambulansa. Herkese

haber ver dedim. Gittik, saat akşam 6-7 gibi olsa gerek. Hastanede bir sürü mesele, kayıt kuyut, polisler, ifade, beyin cerrahı yokmuş, tatildeymiş bir şey... Epeyce çabayla gelmeye razı oldu diye anımsıyorum, ama bunu ben mi becerdim başkası mı bilmiyorum. Adnan hiç kendine gelmedi ama bu süreç boyunca. Bu arada arkadaşlar hastaneye geldiler birer ikişer. içeride sadece benim olmama izin veriyorlar. Ben arkadaşlara Adnan'ın durumunu haber verirken onlardan da olayın öncesi hakkında malumatlar aldım. Adnan, bir devrimciydi, yiğit, gözü kara, yapılı ve çok yakışıklı bir çocuktu. MYO'da bir çay partisine gidiyor (o zamanlar böyle deniyordu). İçkili kendisi. Orada fotoğrafçılık yapan ve polisle işbirliği yaptığı düşünülen bir çocuğu görüyor. Çocuğa saldırıyor "faşist, ajan" filan diye. Birkaç tane vuruyor. Sonra polisler geliyor. Adnan kaçıyor. Sonrası muamma. Merdivende ben buluyorum. O evde çok kişi kalırdık, kimin kaldığı da pek belli değildi.
Beyin cerrahı geldikten sonra tetkiklerin sonrasında beyin kanaması dedi. Ameliyat etmemiz gerek dedi ama riskli dedi. Zayıf ihtimal kurtulması dedi. Ben de bizim arkadaşı olduğumuzu, böyle bir kararı veremeyeceğimizi, ailesini arayacağımızı, bize biraz zaman vermesini istedim.
Arkadaşlarla konuyu konuştuk. Bir şekilde ailesine ulaşılıp durum anlatılmış. Ameliyatın riskli olduğu, kararın kendilerine ait olduğu söylenmiş. Onlar da biz gelinceye kadar bir şey yapılmasın demişler. Saat artık gece yarısını bulmuştu, ben yanındaydım, nefes alıyordu sadece. Hemşireler günlük konuşmalarına devam ediyorlardı.
Ailenin sabaha doğru Balıkesir'e gelebileceğini öğrenmiştim (aklımda kalanı söylüyorum, uçak var mıydı yok muydu, yol kaç saat sürer filan bilmiyorum şu an) Adnan'a bakınca onunla yaşadığımız ufak tefek, önemsiz şeyler geliyordu aklıma.
Bir arkadaşımı daha aldılar yanına bir süre sonra. Adnan'ın daha yakın bir arkadaşı olan Aksoy'u. Dönüşümlü sigara içmeye çıkıyorduk.
Sabaha karşı beş filan, ben sigaradan döndüm, koridorda Aksoy'u yıkılmış bir halde gördüm, anladım.
Ailesi yarım saat sonra filan geldi. Çok zor saatlerdi herkes için.
Uykusuzluk acı dinlemiyor ama. Gittim.
Kalkıp okula gittiğimde devrimciler arasında olayın "Adnan'ı polis öldürmüş" biçiminde konuşulduğunu gördüm. Doğrudan polis şiddeti diyorlardı ya da polisten kaçarken düşmüş diyorlardı. içkili olduğu kesinlikle dillendirilmemesi gereken bir şeydi tabii. Gördüğüm tablo açıkça sol yapıların bu olayı "kullanma" eğilimiydi. Ben ne gördüğümü anlatmak istiyordum ama buna izin verilmedi. Kaşlar çatıldı. Anladım ki bunu bir siyasal eyleme dönüştürecekler, devrimci safları sıklaştırmanın aracı yapacaklardı. "Adam kusmak üzere" Köy minibüsüne binip Balıkesir'i terk ettim, Yenice'ye gittim. Yalanlarla dolu bir cenaze töreninde olmak da istemedim.
Adnan'ı ilk bulan Mustafa'ydı, bir gürültü duyup evden çıktığını söylemişti. Aklımda yanlış kalmadıysa iki kat aşağısı. O gürültü eve ulaşır mıydı bilmem. Mustafa'yı tanımasam aklıma başka ihtimaller gelirdi ama o öyle biri değildi. İyi de yine de bunun araştırılması gerekmez miydi? Diğer komşularla konuşulması gerekmez miydi? Adnan'ın peşine düştüğü söylenen polisler kimlerdi, saptanıp soruşturulmuş muydu? Ama ülkemizde hala ucuz olan insan hayatının yok pahasına satıldığı bir dönemdi sanırım. Aile ne yaptı bilmiyorum. polisten ayrıntıları öğrenebildi mi? Onlara nasıl anlatıldı, ikna oldular mı? Benim katılmadığım o cenaze töreninde neler oldu? Aile, polisi suçlayan bunca öğrenci varken işin o yönüne yüklendi mi hiç? Yoksa Adnan öldükten sonra gerisi hikaye mi dediler?
Bütün bunları aklıma getiren Sabahattin Umutlu dostumun kitabıyla ilgili şu yazı oldu.
Sabahattin'in Arkadaş'la ilgili kitabına temel oluşturduğunu düşündüğüm nefis bir kriminal edebiyat denemesi (böyle demek doğru olur mu bilmem) artık yayımlanmadığına ne kadar üzülsek az olan Süje dergide yayımlanmıştı -ki bu paylaşımı yapmadan evvel tekrar okudum-. Hakkında benzer minvalde #MerhabaCanım adlı bir belgesel de yayımlanan Arkadaş Zekai Özger'i her açıdan, özellikle de aydınlanmamış ölümü bakımından anlamak için Sabahattin'in kitabı mutlaka okunmalı.
Ben işte yukarıdaki olayın yaşandığı yıllarda Mayıs yayınlarından aldım Sevdadır kitabını. Yine o yıllarda Arkadaş'ın kitabının adının "Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası" olması yönünde beyanı olduğunu okumuştum ama bunun "devrimci bir şair" imgesine yakışmadığı, eşcinsel bir göndermesi olduğu gibi gerekçelerle kitabına isim yapılmadığını yıllar sonra ayrımsayabilmiştim.
Oradaki önsözde Arkadaş'ın bir yurt baskını sırasında polisten aldığı darbeler nedeniyle öldüğü yazıyordu örneğin, yıllarca da böyle konuştuk. Ama Sabahattin'den öğreniyoruz ki "yurt baskını" 1971'den öncedir ve arkadaş 1973 Mayıs'ında ölüyor.
Anlaşılan o ki, söz ettiğim temeli oluşturan kendi şahane yazısı dışında konuyla ilgili kişilerle yapılan görüşmeler ve yine başkalarının yazıları da var kitapta. (Aklımda kalan bir mevzu daha var, Ankara'da Murathan Mungan'ın konu dahilinde bir konuşması olduğuna dair, acaba Sabahattin'den değil de başka birinden mi okudum) Bizim Adnan'ın ölümünde hissettiğim duyguyu Arkadaş'ın ölümünde de hissediyorum: Meselenin kullanışlı hâle getirilmesi hevesi!.. Geriye kalan kısmın gözden kaçırılması.
Ama gerçeklerin kötü bir huyu var: Bir gün ortaya çıkarlar!
Hele de #ArkadaşınArkadaşları varsa ki öyleyiz.

https://www.gazeteduvar.com.tr/kim-demis-arkadasin-kisa-surer-dostlugu-

07 Temmuz 2024

en büyük alçaklık, mehmet işten

 Eğitim, insanlık tarihini bize, bizden öncekilere ve daha öncekilere yalın ve gerçeklere uygun biçimde anlatmadı. Örneğin evcilleştirmeyi başarmayı ve tarımı icat etmeyi insanlığın bir zaferi olarak benimsemeyen yok neredeyse. Bunları işbölümü, uzmanlık ve bilgi sağlamıştı. Bu durumda onlar da kutsaldı.

Oysa bugünkü düzenin tahakküme, köleliğe yol açtığına, milyarlarca insanın kaynakların çok sınırlı bir kısmına erişim hakkına sahip olduğuna, sistemin doğanın geri dönüşsüz bir biçimde mahvına sebep olduğuna, iklim krizi- küresel ısınma gibi sebeplerle insanlığın kendi kendini yok etme aşamasına geldiğine eminsek, ki eminiz, bunlara yol açan asıl tarihsel nedenleri görmek için radikal eleştiriye ihtiyacımız var. En azından sonsuzluğa karışmadan önce her şeyi anlamak için.
Tahakküm düzenine ne yol açmıştır? Bu soruyu araştırmak bizi en başa, yani verili eğitimin bize mutlak 'iyi' ve 'doğru' diye benimsettiği işbölümü, evcilleştirme, tarım ve deneyimi elimizden alan sembolikleşme cevabına götürür. Bizi ve dünyayı yok eden her şeyi bize en iyi şeyler olarak öğrettiler... İnsanlık tarihinde bundan büyük alçaklık var mıdır?
Bizi bu tür radikal sonuçlara varan sorgulamadan uzaklaştırmak için öğretilen ilerleme iyiydi ama yönetenler şöyle şöyle yaptılar, işbölümü iyidir ama hiyerarşi üretmesinin suçu düzendir vb. hazırlop cevapların da aynı verili eğitimin verilerinden biri olduğunu görmek için mutlak sonumuzu gördüğümüz anı mı bekleyeceğiz?

23 Haziran 2024

Göçebelik- Yerleşiklik, mehmet işten

Akşam Pelin Çift'in programında İpek Yolu konuşuluyor. Konuk Prof. Dr. Kahraman Şakul. Birçok kitap çıkarmış tarih alanında. Diyor ki "eski tezler geçerliliğini yitirdi. Mesela insanların önce göçebe olup sonra yerleşik hayata geçtiği. Doğru değil bu. Adamın göçebe olması, hayvancılık yapması için önce hayvan evcilleştirme aşamasının tamamlanması lazım. Yani önce yerleştiler, hayvanları evcilleştirdiler, sonra göçebe olmaya karar verdiler."

Hadi ordan!.. Hayvan evcilleştirmenin yerleşikliği zorunlu kılması diye bir şey yok. Sapla samanı karıştırmış. Önce avcı-toplayıcı insan. Beslenme ve korunma konusunda çeşitli sorunlar yaşıyor. Evcilleştirme ve tarımın icadı çok önemli iki kritik gelişme. (Bütün bu konular zaten bazı buluntulardan hareketle yapılan tahmin düzeyinde şeyler. Buluntulara hakim olmak ve başka bazı yan konuları da biliyor olmak kaydıyla akıl yürütümünde herkes bulunabilir) Bir topluluk düşünelim. Bir av etkinliği içerisinde bir tuzak kurmuşlar. Sürünün peşine düşüp onları iki tepe arasındaki bir dar boğaza yönlendiriyorlar. Diğer ucunu daha önce kapamışlar zaten. Hayvanlar boğaza girince kendilerinin olduğu tarafı da kapatıyorlar. Ellerinde artık belki üç ay yetecek yiyecekleri var. Bir süre böyle idare ediyorlar. Ama hayvanlar açlıktan ölmeye başlıyor. Hayvanları dışarıdan getirdikleri yiyeceklerle beslemeye çalışıyorlar. Ama bunun sürdürülebilir olmadığını anlıyorlar. Onları besleme faaliyeti evcilleştirmenin ilk adımını oluşturuyor. Belki sonraki sonraki denemelerinde onları kontrollü gezintilere çıkarıyorlar. Bu da hayvana dayalı göçebeliğin ilk adımı. Hayvanları bu biçimde ve tabii uzun yıllar belki on yıllar, yüz yıllar içinde evcilleştiriyorlar. Ama bu durum onların yerleşik yaşama geçişini sağlamıyor. Tam tersine, hayvancılık, hayvan sürüsünü kontrol altında bulundurma amacı, hareketli olmayı, taze otların olduğu yerlere gitmeyi, göçebeliği zorunlu kılıyor. Hoca'nın evcilleştirmeyi yerleşik yaşama geçişin temeli sayması ya da ancak yerleşik yaşama geçenlerin evcilleştirmeyi başarabileceği tezinin dayanağı yok. Başta söylediğim konu, yani "bir hayvan sürüsünü esirleştirme halini sürdürmek için, onların başını beklemek zorundaydılar, yerleşik yaşama böyle geçildi" demek saçma bir tez. Şu anda bile çiftliklerde hayvanların üretilmesi onlara dışarıdan yem getirmekle, yani tarımla mümkün. Ve köylerdeki hayvancılık da göçebemsi bir mantıkla sürdürülüyor.

yerleşik yaşama geçişte ne etkili oldu sorusunun genel yanıtı bilindiği gibi tarımdır. ayrıca inançların ve bunların sonucu olan tapınakların sebep olmuş olabileceği de konuşuluyor. Göbeklitepe'nin temelde bir ibadet alanı olduğu söyleniyor, orayı pek incelemedim. Benim düşünceme göre evcilleştirme ve tarım yakın dönemler içinde ve birbiriyle belli ölçülerde irtibatlı şekilde ortaya çıkmış olabilir. ama ayrı tesadüflerin sonucu da olabilirler. Ama hayvancılık göçbeliği dayatan bir mesele. Ayrıca bir konu daha var. Birileri yerleşik yaşama geçti diye, ötekiler de "Oo bu yaşam tarzı çok güzelmiş, biz de yerleşelim" demiyorlar. kendi yaşamlarından gayet mutlu olan topluluklar var, bu yaşam tarzında uzmanlaşmış topluluklar ya da şehirlere yerleşmeyi deneyen ama bunaldığı için tekrar göçebeliğe dönen topluluklar. Bunlar yan yana varlıklarını sürdürüyorlar binlerce yıl. Göçebeler yerleşiklere kendi hayvansal ürünlerini, hayvanlarını satıyorlar. karşılığında kendilerinin elde edemeyeceği ürünleri (aklıma sigara, tütün geliyor, süs ve ziynet eşyaları, kendilerinin yetiştiremediği tarımsal ürünler, buğday vs, şeker vb.) alıyorlar. yatuklar göçbenin önemli, hatta tek müşterisi. win win demeyeyim hadi de "karşılıklı yardımlaşma" çalışıyor yani. Yaşam kendini her zaman ve her yerde yeniden yeniden dizayn ediyor. Göçebelerin durumunu zorlaştıran iki konu var. Biri sınır boylarındaki ticaretin zorlaştırılması yasaklanması, diğeri de aşırı soğuklar ve hastalıklar nedeniyle hayvanların telef olması. Bu durumlarda "yağma"ya başvuruyorlar. Barbar demelerine aldırmayın, hayatta kalma amacı dışında barışçıl topluluklar onlar, yatuklar gibi ele geçirmek, dinlerini yaymak vb. 'saçma' sebeplerle bir yere saldırmıyorlar.

sonunda bu yaşam tarzı tasfiye ediliyor, son örnekleri mevcut ancak. ulus devletlerin kurulmasıyla sınır boylarındaki ticaretin önü kapatıldığı gibi, aynı ülke içinde göçebelerin hayvanlarını özgürce dolaştırabileceği alanlar da bırakılmadı, göç yolarından geçmelerine izin verilmiyor ve her seferinde pek çok saldırıya uğruyorlar (Bu konudaki örnek durum için bakınız https://yaban-ci.blogspot.com/2013/07/bozulama-mehmet-isten.html ) İnsanlık hayvanların doğada gezmeden de sistematik hapishanelerde kalabileceğini keşfetti maalesef.

17 Mayıs 2023

candan içerü

 

Severem ben seni cândan içerü

Yolum ötmez bu erkândan içerü

 

Nere varurısam gönlüm tolusın

Seni kanda koyam bundan içerü

 

Beni sorman bana bende degülem

Sûretüm boş gezer tondan içerü

 

Beni benden alana irmez elüm

Kadem kim basa sultândan içerü

 

Tecellîden nasîb irdi kimine

Kiminün maksûdı bundan içerü

 

Kime dokundısa ol dost nazarı

Anun şu‘lesi var günden içerü

 

Senün ‘ışkun beni bende alupdur

Ne şîrîn derd bu dermândan içerü

 

Şerî‘at-Tarîkat yoldur varana

Hakîkat-Ma‘rifet andan içerü

 

Süleymân kuş dili bilür didiler

Süleymân var Süleymân'dan içerü

 

Sülûk seyir iden ‘ışkun erine

Niçe mezheb olur dînden içerü

 

Dînin terk idenün küfürdür işi

Bu ne küfürdür îmândan

03 Temmuz 2022

küçük İskender'e mersi'ye

 





 

küçük İskender’e mersi’ye

 

Şiirli değneği ile dokunarak karşısına çıkan ne varsa

kimi zaman bir kağıt, bir oğlan kimi zaman

kimi zaman bir ihtiyar, bir suç kimi zaman

bikinisinden yaptığı papyonlarla bizi eğlendirerek

ve üzülerek kimi zaman bizim adımıza

utanarak göze alamadığımız her şey için

kimsenin görmediği yerlerde acılar çekerek

kimsenin görmediği yerlerde çuvallayarak

karıştırarak kimi zaman da halüsinatif çiçeklerini

hangi son istasyonda kime vereceğini

üzerinden geçtiği her köprüyü dinamitleyerek

ne geriye dönüş olasılığı ne peşinden gitme kahramanlığı

kapı bırakmadan hiçbirine ve derinden isteyerek hepsini

her nefesiyle bir boyutuna daha yaklaşıp içindeki uzayın

istemediği hiçbir şey olmayıp ve istediği şeylerin de çoğunu olamayıp

cinayet mahalline binlerce ipucu bırakmış beceriksiz bir katil gibi

kalabalığın arasına yalınkılıç dalan bıçkın bir delikanlı gibi

her yeri yara bere içinde  ama ayakta hâlâ

her öksürdüğünde cam kırıkları batıyor boğazına

ama âşık hâlâ

tüm saçlarını yolmuşlar ama dans ediyor

sakin bir gerginliği taşıyarak hep yaptığı gibi

telaşlanmayalım diye yanıklarını gizliyor

bir gözü hala rakıya konulacak su oranında

diğer gözünü elinde tutuyor diğer kalbini elinde tutuyor

başka olasılıkları başka çocukları başka yenilgileri elinde tutuyor

savaş meydanında kolunu arayan bir askerden söz ediyor

bu bizden bile önemli diyor bizim saçma salak duyarlılıklarımızdan bile

öleli epey olmuş ama sabahları yine erken kalkıyor şiir için

kimi görse o sanıyor kimi görse sarsalıyor

bi şey unuttum diyor

bi bakıp çıkacağım diyor

ben küçük İskender’im diyor bodyguardlara

her an kavga çıkaracak gibi bakıyor

sevgiliniz böyle bir sevgilisi olsun isteyebilir

şairseniz dizeleriniz dökülebilir ayak ucunuza

elindeki şişeyi kırıp çizebilir göğsünü boydan boya

cebindeki defteri çıkarıp şimşekler çaktırabilir

belindeki silahı çıkarıp boşaltabilir tüm konuklara

şu sanatsever iri memelere jilet atabilir

şu mükemmel yüze kezzap atabilir

yapabilir tüm bunları

hâlâ

 

                                                                  Haziran 2020, İstanbul

                                                                Mehmet İşten


15 Mayıs 2022

ahmet güntan'ın "müsilaj'a bulduğum çare" adlı şiiri hakkında

 

 

 

 



 

Müsilaja bulduğum çare

Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde

bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı

 

bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden

itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu

 

müsilaj? Ne olacak, doğarken durdurulmuş insanlarız,

tasalıyız, kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat

 

olan yoğun kaygı yığınından denize yansıyan alegorik

bir imaj bence müsilaj. Artık ev içinde zapt edemediğimiz

 

Kunteper Karanlıktan sokaklara taşan jel-mesaj, budur

bence müsilaj— varoluş korkumuzun salyası, metrolarda

 

işten dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı

eriyik— içimizdeki şekilsiz eksiklik, o eksikliği dolduran

 

zararlı madde, alacağımızı hırsla emip aldıktan sonra

denize gelişigüzel attığımız sulu posa, oradan oraya

 

şuursuz koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde

durmayıp akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj. Müsilaj

 

nedir? Müsilaj nedir? Nedir bu müsilaj? Ne olacak,

belki de kavmimizin hani hep isteyip de bir türlü

 

alamadığı, cennete açılan o nihai virajı, nihayet alırken

arka kasadan fırlayıp yola saçılan kocaman bagaj—

 

müsilaj. Ne çok uluslu cepheden hain bir sabotaj ne

dış mihrakların yaptığı zillet amaçlı fotomontaj. Nedir

 

mi müsilaj? Bence gökten eşref-i mahlukata bir öğüt

olarak sulara yansıyan kutsal bir imaj. Bence bırakın—

 

denizin üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.

 

 

 

 

Ahmet Güntan’ın 160. Kilometre’de yayımlanan “Müsilaja bulduğum çare.” başlıklı şiiri, yayımlandıktan sonra sosyal medyada, özellikle Twitter’de çok konuşuldu. Yapılan yorumlar, hemen her konuda ortadan ikiye ayrılmış olan toplumun ‘yarılma’yı günlük rutin haline getirdiğini de gösteriyordu. E öyle ya, pek kimsenin okumadığı söylenen şiirde bile bunu başardığına ve söz konusu şiir bayağı gürültü kopardığına göre! Fakat tuhaf olan şu ki bu şiirde ‘yarılacak’ bir şey yoktu! İnsan, bu kadar eleştirildiğine göre keşke birileri gerçekten şiirde söylenenlerin tersini savunsa da şu rezil dünyanın rezilliği kendi kendine olmuş gibi kalmasa öyle ortada diye de düşünmüyor değil. Ama öyle değildir, sorsanız dünyada meselenin tek bir sahibini bulamazsınız. Sahipsiz kötülüklerdir bunlar!

 

Kürt meselesi, din meselesi, dil meselesi, aşı meselesi, gelenekler meselesi vb. hemen her konu âdeta bir münazara kıvamına oturuyor epeydir. Her şey iki uçlu… Her şey ya herru ya merru, her şey ya bizdensin ya onlardan… Bu iki ucu müsilajlı değneğin elimize nasıl geçtiği ayrı konu ama artık daha konu ortaya çıkar çıkmaz herkes şıp diye anlıyor değneğin hangi ucunu çekiştireceğini.

 

Şiiri çok beğenenler olduğu gibi hiç beğenmeyenler, hatta konuyu Ahmet Güntan’a hakaret boyutuna vardıranlar, bir sosyal medya linci hâline getirenler de az değildi. Bırakalım derli toplu bir yazıyı, hepi topu bir sayfa uzunluğunda bir şiiri bile sonuna kadar okuyamayan akıllı telefon kuşağı doğal olarak şiirin bütününü okuyup anlamamış, sadece alıntılanan kısma bakarak döşenmişti yorumlarını. Onlar neyse de bayağı adı sanı olan kişiler de fırsattan istifade bir tane de ben çakayım sinsiliği ile boy gösterdiler mecrada. Tam bir şark kurnazlığı!

 

Pek çok kişi şiirin girişinde yer alan: “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerini okuyunca şiiri anlamış olduğu zannıyla, şairin müsilaja güzelleme yaptığına, müsilajı Tanrı’nın bir hediyesi gibi gösterme çabası içinde olduğuna kanaat etti ve anlama yoksunu koroya dâhil oldu. Hoş, sonuna kadar okuduğu hâlde hâlâ aynı kanıda olanlar da az değildi. Benim anladığım kadarıyla memleketteki hükümetten ve siyasal meşruiyet sağlamakla kalmayıp iktidarı da ele geçiren İslamcı ideolojiden rahatsız olan modern laik çevreler- ki aynı zamanda yüksek çevre duyarlılığı ile marufturlar- müsilajın insana, doğaya yaptıklarının bir bedeli olarak gönderilmiş tanrısal bir ceza olduğu söylemine tepki duyuyorlardı, oysa bunun Tanrıyla falan ilgisi yoktu, çünkü bu yönetimin suçuydu!

Oysa bu çok düz bir okuma olur. Böylesi bir ‘tanrısal bedel’ açıklamasını bir bilim insanı ya da devlet yetkilisi yapsa buna tepki gösterebiliriz ama şiirde işler böyle yürümez. Şair, onu şununla ilişkilendirir, bunu ötekine dayanak yapar; bunları makale okur gibi yorumlayamazsınız. Yok eğer makale okumak istiyorsanız gidip yapınız, bu konuda envaitürü yazıldı zaten.

Şiirle ilgili paylaşımın altına yazılanları buraya alıntılamayacağım, merak eden bakabilir. Hemen hemen hepsi insanlarımızın genel cehaletini, okuduğunu anlama konusunda hangi seviyelerde olduğunu gösteriyordu. Kalabalıklar böyledir her zaman: Anlamadıkları zaman daha tehlikeli!

 

Şiirde bir tezin savunusunu aramamak gerektiği ayrı bir poetik hakikattir. Şair bir tez dile getiriyorsa bile senin anladığını söylememiş olabilir ya da ve daha önemlisi o kadar sınırlı bir şey söylememiş olabilir. Çoğunlukla da böyledir zaten.

 

Ahmet Güntan’ın  “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerine bakarak “Adam, müsilajı Tanrı’nın bir süsü olarak görüyor.” demek ham ve düz bir okumadır. Oradaki “âdeta”yı geçsek bile şiirin bütününü okuyan