18 Eylül 2024

Geldi geçti ömrüm benim, Yunus Emre

 Geldi geçdi ‘ömrüm benüm şol yil esüp geçmiş gibi

Hele bana şöyle gele şol göz açup yummış gibi

 

İşbu söze Hak tanukdur bu cân gevdeye konukdur

Bir gün ola çıka gide kafesden kuş uçmış gibi

 

Miskîn Âdem oglanını benzetmişler ekinciye

Kimi biter kimi yiter yire tohum saçmış gibi

 

Bu dünyede bir nesneye yanar içüm göyner özüm

Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

 

Bir hastaya vardunısa bir içim su virdünise

Yarın anda karşu gele Hak şarâbın içmiş gibi

 

Bir miskîni gördünise bir eskice virdünise

Yarın anda sana gele Hak şarâbın içmiş gibi

 

 

27 Temmuz 2024

2024 Paris Olimpiyatları ve Dünyanın hali pürmelali, mehmet işten

2024 Paris Olimpiyat oyunları başladı.
Muazzam bir açılış töreniyle.


Adeta bir sanat yapıtı izler gibi saatlerce sıkılmadan izledik. Görkemli bir tören düzenlemiş Fransızlar. Bir 'performans' olarak bakıldıkta harikulade tablolar vardı. Işık, ses, görüntü, kareografi.. hiçbir şey için masraftan, emekten kısılmamıştı. Özellikle dikkatimi çeken günümüz inasanının gerçekliğine uygun olarak "instagram" mantığında, tablolar halinde yığınla tablonun eklemlenmesiyle oluşan bir resital kurgusunda tasarlanmış olması. Reelste kaydırma duygusu uyandırıyordu insanda. Oraya bakıyorsun başka bir şey, buraya bakıyorsun başka bir şey... Eski açılış törenlerinin sonunun geldiği anlaşılıyor. Sabit bir platform yani!.. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın ve ne kadar güzel hazırlanmış olursa olsun tek bir merkeze odaklı gösteriyi insanlar izleyemez artık. Sosyal medya biçimlerinin hayatımızı, bakış açımızı ve eğlenebilme yeteneğimizi ne derece etkilediğinin kanıtı olarak kalsın akılda.
Başka şeyler de var tabii. Çok iyi bir fikir olan katılımcı ülke sporcularının Sen Nehri'nde süzülüp giden teknelerin üzerinde yer aldığı geçit resmi bizlere dünyanın ne muazzam bir kültür zenginliğine sahip olduğunu gösterdi. İlk sırada malum sebeplerle Yunan kafilesi çıktıktan sonra ikinci sırada "Mülteci sporcular kafilesi" çıktı? Kafa dünya sorunlarına kayıyor haliyle..
Hemen hemen her ülke kendi bayraklarındaki renklere uygun tasarlanmış elbiselerle arzı endam eyledi. Halbuki bayraklar ulusları simgeler ama halkların, yerel kültürlerin renkliliğini yansıtmaktan uzaktır o renkler. Misal bizimkilerim turkuaz mavisi... Tamam bayrak değil ama ne alakası var bizimle bu mavinin?.. Turkuaz mavisi? Türk taşı diye bir taş varmış da falan da filan. ben daha hayatımda görmedim Türk taşı. Gördüm tabii buraların taşını toprağını ama onları saymıyorlar. Ben olsam tasarlardım bir Anadolu esvabı, onu giydirirdim çocuklara...
Az kalsın unutuyordum. Birkaç yıldır tüm ülke olarak Filenin Sultanları ile yatıp kalkıyorduk 🙂 Ama törende onlar yer almadı. Sonra öğrendik. Voleybolcu kızlardan biri "beraber milli marşı söyleyebileceğim birileriyle sahada olmak isterdim" demiş,"bir Kübalıyla değil" Vargas'ı kastederek!

Yahu şu milliyetçilik nasıl bir beladır, her yerde karşımıza çıkıyor... Bam bam çivileri rakiplerin tepesine çakarken iyiydi, milletçe yere göğe koyamıyorduk. Şimdi de sahip çıksanıza, bu salak beyanatı vereni ayıplasanıza... Varsan baksan onu vatandaşlığa alabilmek için envaiçeşit dümen çevirmişizdir. İnsanlara yazık yahu... Heder oluyorlar dinlerin, milliyetçiliklerin, ideolojilerin hegemonyasında..
Ama yine de çok etkileyici bir geçit resmiydi.
Ancak bu parıltının altını üstünü kazıyınca başka şeyler de çıkmıyor değildi.
Aman tanrım ne ülkeler icat olmuş biz atlaslara bakmayalı!.. Ben yaşta olanların dünyanın durumu hakkında yeniden düşünmesine neden oldu ister istemez. Ne acayip ülkeler türemişti: Nauru, Lesotho, Esvatini, Trinidad ve Tobago, Mauritius... Bu çoğunun bayrağından anlaşıldığı kadarıyla Fransız, İngiliz sömürgesi olup birkaç yüzyıl tüm zenginlikleri sağılıp azat edilen ülkeleri oturup biraz çalışmaya karar verdim. Ki bu azat etmenin de gerçekte özgürlükle, bağımsızlıkla ilgisi olmadığı, kamuoyu önünde bir özüre tekabül ettiği, sömürünün aynen devam edeceği, söz konusu ülkedeki yeni muktedirleri yine kendi şirketlerinin belirlediği, maddi manevi tazminat davası açılmayacağına dair garanti aldıklarını da biliyoruz.
Dikkatimi çeken bir ayrıntı da Makedonya'nın "Kuzey Makedonya" olarak geçmesi. Sonra anlıyorsunuz tabii neden öyle olduğunu. Yunanistan'da da Makedonya diye bir bölge var. E ama kardeşim, orası bir bölge, bu ise ülke. O nasıl olacak? Oluyor işte..
Aynı durum tersinden Kıbrıs'ta yaşandı tabii. Güney Kıbrıs diye değil Kıbrıs adıyla geçtiler. Ne demek bu? Ada'da tek devlet var ve Türkiye orada işgalci ülke. Olimpiyat Komitesi Güney Kıbrıs diyemiyor, dese soracaklar bunun Kuzey'i neresi? Belli ama dünya tanımamış Kuzey Kıbrıs'ı o nasıl olacak?
Filistin kafilesine dikkat kesildik, bir hareket olacak mı diye, olmadı. Ama işte şu kurt işareti meselesinden öğrendiğimiz üzere spor alanlarına siyaseti olabildiğince sokmamak gerekiyor sanırım.
Meseleler, meseleler yani...
Ayrıca, adeta bir dünya tarihiydi açılış töreni. Sanatta, kültürde, medeniyette her şeyi onların bulduğunu hep beraber bir kez daha idrak ettik. Büyük besteciler, edebiyatçılar, bilim adamları görünüyordu ekranda arada bir... Gerçekten de her şey Fransa'dan çıkmış diyesi geliyordu insanın.

Bastil Hapishanesiyle, mary antuanıyla, giyotiniyle, kanı ve şiddeti anlatan iyi tasarlanmış bir Fransız Devrimi tablosu...
Ama hep Fransa içinde olan biten faaliyetler. Cezayir'i nasıl işgal ettik, Afrika'yı nasıl sömürgeleştirdik iması taşıyan bir şey yoktu mesela. İstanbul Olimpiyatları geldiğinde bizimkilerin "İstanbul'un Fethi"ni orya koymadan, şöyle gemileri bir dağda yürütmeden içlerinin serinlemeyeceğini düşününce nasıl olacak o zaman o işler bilemedim. Gelgelelim ulusların tarihi böyle şeylerle dolu.
Paris'te nasıl Cezayir katliamları gösterilmediyse, 2028'deki Los Angels Olimpiyatları'ında "kızılderili katliamları"nın, ve İstanbul Olimpiyatları'nda, ermeni katliamlarının, alevi katliamlarının gösterilmeyeceğine eminiz nasıl olsa...
Ulusal takımlarında 'zenci' ağırlığı olan Avrupa devletlerindeki bu durumun sömürgecilik faaliyetlerinin lideri olmalarıyla ilgili olduğunu zaten anlıyorduk ama törenlerde yirmi ülkenin bayrağında İngiliz bayrak modelini ya da allahın Afrika ülkesinin bayrağında haç işareti görünce tarih önümüzde temerküz ediyordu adeta.
Bir diğer konu, (muhakkak ki literatürde bir adı olan, benim ancak "ayrıksılar defilesi" diyebileceğim) defilemsi etkinlikteki görüntülerdi. LGBTİ'lerin, sakallı kadınların, transların, şişmanların, yaşlıların, engellilerin cinsellik çağrışımlarıyla boy gösterdiği bir defile! Bunu bütün dünyaya canlı yayında yayımlamak! Aşkolsun adamlara. TRT de yayımlamak zorunda kaldı tabii bunları. Daha izlerken herkesin olduğu gibi benim de aklıma bu görüntülerin yaratacağı infial geldi. Nitekim konu sosyal medyada gündem olmaktan başka neredeyse tüm malum medyada "Sapık Olimpiyatı" türünden manşetlerle verilmişti bugün. Hayırlısı olsun, ne diyelim... Yani dünyada ne varsa olimpiyatlarda da o var. Bu değil mi konu? Dahası olimpiyat bir anlamda bu demek değil mi? Ben yanlış mı biliyorum.

Ama spor müsabakalarını izlemek için mükemmel bir yaz gibi geliyor bana. kendi koşullarımın serbestliğinden kaynaklanıyor tabii.
İyi seyirler.

15 Temmuz 2024

fail-i meçhul beyin kanamaları, mehmet işten

 Son şiirim "adam kusmak üzere" dizesiyle bitiyor.

Önce şu: 1988 yılında üniversitedeyken bir akşamüstü, soyadını hatırlamadığım Adnan adlı Trabzonlu bir arkadaşımı merdivenlerde yatarken buldum, ara geçişlerin birinde. Şoke oldum. Az sonra yukarıdan Mustafa adlı bir arkadaşım da olayın şoku ile indi ve aptallaşmış bir hâlde, beni görünce "Neredesiniz oğlum siz, Adnan merdivenden düştü" diye bağırdı. O panikle bir şeyler yapmaya çalıştım. Koş ambulans çağır dedim, cep telefonu filan yok tabi. Gitti. Ambulans geldi, taşıdık. Birinin yanında gelmesini istediler. Mustafa ikirciklendi, ben bindim ambulansa. Herkese

haber ver dedim. Gittik, saat akşam 6-7 gibi olsa gerek. Hastanede bir sürü mesele, kayıt kuyut, polisler, ifade, beyin cerrahı yokmuş, tatildeymiş bir şey... Epeyce çabayla gelmeye razı oldu diye anımsıyorum, ama bunu ben mi becerdim başkası mı bilmiyorum. Adnan hiç kendine gelmedi ama bu süreç boyunca. Bu arada arkadaşlar hastaneye geldiler birer ikişer. içeride sadece benim olmama izin veriyorlar. Ben arkadaşlara Adnan'ın durumunu haber verirken onlardan da olayın öncesi hakkında malumatlar aldım. Adnan, bir devrimciydi, yiğit, gözü kara, yapılı ve çok yakışıklı bir çocuktu. MYO'da bir çay partisine gidiyor (o zamanlar böyle deniyordu). İçkili kendisi. Orada fotoğrafçılık yapan ve polisle işbirliği yaptığı düşünülen bir çocuğu görüyor. Çocuğa saldırıyor "faşist, ajan" filan diye. Birkaç tane vuruyor. Sonra polisler geliyor. Adnan kaçıyor. Sonrası muamma. Merdivende ben buluyorum. O evde çok kişi kalırdık, kimin kaldığı da pek belli değildi.
Beyin cerrahı geldikten sonra tetkiklerin sonrasında beyin kanaması dedi. Ameliyat etmemiz gerek dedi ama riskli dedi. Zayıf ihtimal kurtulması dedi. Ben de bizim arkadaşı olduğumuzu, böyle bir kararı veremeyeceğimizi, ailesini arayacağımızı, bize biraz zaman vermesini istedim.
Arkadaşlarla konuyu konuştuk. Bir şekilde ailesine ulaşılıp durum anlatılmış. Ameliyatın riskli olduğu, kararın kendilerine ait olduğu söylenmiş. Onlar da biz gelinceye kadar bir şey yapılmasın demişler. Saat artık gece yarısını bulmuştu, ben yanındaydım, nefes alıyordu sadece. Hemşireler günlük konuşmalarına devam ediyorlardı.
Ailenin sabaha doğru Balıkesir'e gelebileceğini öğrenmiştim (aklımda kalanı söylüyorum, uçak var mıydı yok muydu, yol kaç saat sürer filan bilmiyorum şu an) Adnan'a bakınca onunla yaşadığımız ufak tefek, önemsiz şeyler geliyordu aklıma.
Bir arkadaşımı daha aldılar yanına bir süre sonra. Adnan'ın daha yakın bir arkadaşı olan Aksoy'u. Dönüşümlü sigara içmeye çıkıyorduk.
Sabaha karşı beş filan, ben sigaradan döndüm, koridorda Aksoy'u yıkılmış bir halde gördüm, anladım.
Ailesi yarım saat sonra filan geldi. Çok zor saatlerdi herkes için.
Uykusuzluk acı dinlemiyor ama. Gittim.
Kalkıp okula gittiğimde devrimciler arasında olayın "Adnan'ı polis öldürmüş" biçiminde konuşulduğunu gördüm. Doğrudan polis şiddeti diyorlardı ya da polisten kaçarken düşmüş diyorlardı. içkili olduğu kesinlikle dillendirilmemesi gereken bir şeydi tabii. Gördüğüm tablo açıkça sol yapıların bu olayı "kullanma" eğilimiydi. Ben ne gördüğümü anlatmak istiyordum ama buna izin verilmedi. Kaşlar çatıldı. Anladım ki bunu bir siyasal eyleme dönüştürecekler, devrimci safları sıklaştırmanın aracı yapacaklardı. "Adam kusmak üzere" Köy minibüsüne binip Balıkesir'i terk ettim, Yenice'ye gittim. Yalanlarla dolu bir cenaze töreninde olmak da istemedim.
Adnan'ı ilk bulan Mustafa'ydı, bir gürültü duyup evden çıktığını söylemişti. Aklımda yanlış kalmadıysa iki kat aşağısı. O gürültü eve ulaşır mıydı bilmem. Mustafa'yı tanımasam aklıma başka ihtimaller gelirdi ama o öyle biri değildi. İyi de yine de bunun araştırılması gerekmez miydi? Diğer komşularla konuşulması gerekmez miydi? Adnan'ın peşine düştüğü söylenen polisler kimlerdi, saptanıp soruşturulmuş muydu? Ama ülkemizde hala ucuz olan insan hayatının yok pahasına satıldığı bir dönemdi sanırım. Aile ne yaptı bilmiyorum. polisten ayrıntıları öğrenebildi mi? Onlara nasıl anlatıldı, ikna oldular mı? Benim katılmadığım o cenaze töreninde neler oldu? Aile, polisi suçlayan bunca öğrenci varken işin o yönüne yüklendi mi hiç? Yoksa Adnan öldükten sonra gerisi hikaye mi dediler?
Bütün bunları aklıma getiren Sabahattin Umutlu dostumun kitabıyla ilgili şu yazı oldu.
Sabahattin'in Arkadaş'la ilgili kitabına temel oluşturduğunu düşündüğüm nefis bir kriminal edebiyat denemesi (böyle demek doğru olur mu bilmem) artık yayımlanmadığına ne kadar üzülsek az olan Süje dergide yayımlanmıştı -ki bu paylaşımı yapmadan evvel tekrar okudum-. Hakkında benzer minvalde #MerhabaCanım adlı bir belgesel de yayımlanan Arkadaş Zekai Özger'i her açıdan, özellikle de aydınlanmamış ölümü bakımından anlamak için Sabahattin'in kitabı mutlaka okunmalı.
Ben işte yukarıdaki olayın yaşandığı yıllarda Mayıs yayınlarından aldım Sevdadır kitabını. Yine o yıllarda Arkadaş'ın kitabının adının "Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası" olması yönünde beyanı olduğunu okumuştum ama bunun "devrimci bir şair" imgesine yakışmadığı, eşcinsel bir göndermesi olduğu gibi gerekçelerle kitabına isim yapılmadığını yıllar sonra ayrımsayabilmiştim.
Oradaki önsözde Arkadaş'ın bir yurt baskını sırasında polisten aldığı darbeler nedeniyle öldüğü yazıyordu örneğin, yıllarca da böyle konuştuk. Ama Sabahattin'den öğreniyoruz ki "yurt baskını" 1971'den öncedir ve arkadaş 1973 Mayıs'ında ölüyor.
Anlaşılan o ki, söz ettiğim temeli oluşturan kendi şahane yazısı dışında konuyla ilgili kişilerle yapılan görüşmeler ve yine başkalarının yazıları da var kitapta. (Aklımda kalan bir mevzu daha var, Ankara'da Murathan Mungan'ın konu dahilinde bir konuşması olduğuna dair, acaba Sabahattin'den değil de başka birinden mi okudum) Bizim Adnan'ın ölümünde hissettiğim duyguyu Arkadaş'ın ölümünde de hissediyorum: Meselenin kullanışlı hâle getirilmesi hevesi!.. Geriye kalan kısmın gözden kaçırılması.
Ama gerçeklerin kötü bir huyu var: Bir gün ortaya çıkarlar!
Hele de #ArkadaşınArkadaşları varsa ki öyleyiz.

https://www.gazeteduvar.com.tr/kim-demis-arkadasin-kisa-surer-dostlugu-

07 Temmuz 2024

en büyük alçaklık, mehmet işten

 Eğitim, insanlık tarihini bize, bizden öncekilere ve daha öncekilere yalın ve gerçeklere uygun biçimde anlatmadı. Örneğin evcilleştirmeyi başarmayı ve tarımı icat etmeyi insanlığın bir zaferi olarak benimsemeyen yok neredeyse. Bunları işbölümü, uzmanlık ve bilgi sağlamıştı. Bu durumda onlar da kutsaldı.

Oysa bugünkü düzenin tahakküme, köleliğe yol açtığına, milyarlarca insanın kaynakların çok sınırlı bir kısmına erişim hakkına sahip olduğuna, sistemin doğanın geri dönüşsüz bir biçimde mahvına sebep olduğuna, iklim krizi- küresel ısınma gibi sebeplerle insanlığın kendi kendini yok etme aşamasına geldiğine eminsek, ki eminiz, bunlara yol açan asıl tarihsel nedenleri görmek için radikal eleştiriye ihtiyacımız var. En azından sonsuzluğa karışmadan önce her şeyi anlamak için.
Tahakküm düzenine ne yol açmıştır? Bu soruyu araştırmak bizi en başa, yani verili eğitimin bize mutlak 'iyi' ve 'doğru' diye benimsettiği işbölümü, evcilleştirme, tarım ve deneyimi elimizden alan sembolikleşme cevabına götürür. Bizi ve dünyayı yok eden her şeyi bize en iyi şeyler olarak öğrettiler... İnsanlık tarihinde bundan büyük alçaklık var mıdır?
Bizi bu tür radikal sonuçlara varan sorgulamadan uzaklaştırmak için öğretilen ilerleme iyiydi ama yönetenler şöyle şöyle yaptılar, işbölümü iyidir ama hiyerarşi üretmesinin suçu düzendir vb. hazırlop cevapların da aynı verili eğitimin verilerinden biri olduğunu görmek için mutlak sonumuzu gördüğümüz anı mı bekleyeceğiz?

23 Haziran 2024

Göçebelik- Yerleşiklik, mehmet işten

Akşam Pelin Çift'in programında İpek Yolu konuşuluyor. Konuk Prof. Dr. Kahraman Şakul. Birçok kitap çıkarmış tarih alanında. Diyor ki "eski tezler geçerliliğini yitirdi. Mesela insanların önce göçebe olup sonra yerleşik hayata geçtiği. Doğru değil bu. Adamın göçebe olması, hayvancılık yapması için önce hayvan evcilleştirme aşamasının tamamlanması lazım. Yani önce yerleştiler, hayvanları evcilleştirdiler, sonra göçebe olmaya karar verdiler."

Hadi ordan!.. Hayvan evcilleştirmenin yerleşikliği zorunlu kılması diye bir şey yok. Sapla samanı karıştırmış. Önce avcı-toplayıcı insan. Beslenme ve korunma konusunda çeşitli sorunlar yaşıyor. Evcilleştirme ve tarımın icadı çok önemli iki kritik gelişme. (Bütün bu konular zaten bazı buluntulardan hareketle yapılan tahmin düzeyinde şeyler. Buluntulara hakim olmak ve başka bazı yan konuları da biliyor olmak kaydıyla akıl yürütümünde herkes bulunabilir) Bir topluluk düşünelim. Bir av etkinliği içerisinde bir tuzak kurmuşlar. Sürünün peşine düşüp onları iki tepe arasındaki bir dar boğaza yönlendiriyorlar. Diğer ucunu daha önce kapamışlar zaten. Hayvanlar boğaza girince kendilerinin olduğu tarafı da kapatıyorlar. Ellerinde artık belki üç ay yetecek yiyecekleri var. Bir süre böyle idare ediyorlar. Ama hayvanlar açlıktan ölmeye başlıyor. Hayvanları dışarıdan getirdikleri yiyeceklerle beslemeye çalışıyorlar. Ama bunun sürdürülebilir olmadığını anlıyorlar. Onları besleme faaliyeti evcilleştirmenin ilk adımını oluşturuyor. Belki sonraki sonraki denemelerinde onları kontrollü gezintilere çıkarıyorlar. Bu da hayvana dayalı göçebeliğin ilk adımı. Hayvanları bu biçimde ve tabii uzun yıllar belki on yıllar, yüz yıllar içinde evcilleştiriyorlar. Ama bu durum onların yerleşik yaşama geçişini sağlamıyor. Tam tersine, hayvancılık, hayvan sürüsünü kontrol altında bulundurma amacı, hareketli olmayı, taze otların olduğu yerlere gitmeyi, göçebeliği zorunlu kılıyor. Hoca'nın evcilleştirmeyi yerleşik yaşama geçişin temeli sayması ya da ancak yerleşik yaşama geçenlerin evcilleştirmeyi başarabileceği tezinin dayanağı yok. Başta söylediğim konu, yani "bir hayvan sürüsünü esirleştirme halini sürdürmek için, onların başını beklemek zorundaydılar, yerleşik yaşama böyle geçildi" demek saçma bir tez. Şu anda bile çiftliklerde hayvanların üretilmesi onlara dışarıdan yem getirmekle, yani tarımla mümkün. Ve köylerdeki hayvancılık da göçebemsi bir mantıkla sürdürülüyor.

yerleşik yaşama geçişte ne etkili oldu sorusunun genel yanıtı bilindiği gibi tarımdır. ayrıca inançların ve bunların sonucu olan tapınakların sebep olmuş olabileceği de konuşuluyor. Göbeklitepe'nin temelde bir ibadet alanı olduğu söyleniyor, orayı pek incelemedim. Benim düşünceme göre evcilleştirme ve tarım yakın dönemler içinde ve birbiriyle belli ölçülerde irtibatlı şekilde ortaya çıkmış olabilir. ama ayrı tesadüflerin sonucu da olabilirler. Ama hayvancılık göçbeliği dayatan bir mesele. Ayrıca bir konu daha var. Birileri yerleşik yaşama geçti diye, ötekiler de "Oo bu yaşam tarzı çok güzelmiş, biz de yerleşelim" demiyorlar. kendi yaşamlarından gayet mutlu olan topluluklar var, bu yaşam tarzında uzmanlaşmış topluluklar ya da şehirlere yerleşmeyi deneyen ama bunaldığı için tekrar göçebeliğe dönen topluluklar. Bunlar yan yana varlıklarını sürdürüyorlar binlerce yıl. Göçebeler yerleşiklere kendi hayvansal ürünlerini, hayvanlarını satıyorlar. karşılığında kendilerinin elde edemeyeceği ürünleri (aklıma sigara, tütün geliyor, süs ve ziynet eşyaları, kendilerinin yetiştiremediği tarımsal ürünler, buğday vs, şeker vb.) alıyorlar. yatuklar göçbenin önemli, hatta tek müşterisi. win win demeyeyim hadi de "karşılıklı yardımlaşma" çalışıyor yani. Yaşam kendini her zaman ve her yerde yeniden yeniden dizayn ediyor. Göçebelerin durumunu zorlaştıran iki konu var. Biri sınır boylarındaki ticaretin zorlaştırılması yasaklanması, diğeri de aşırı soğuklar ve hastalıklar nedeniyle hayvanların telef olması. Bu durumlarda "yağma"ya başvuruyorlar. Barbar demelerine aldırmayın, hayatta kalma amacı dışında barışçıl topluluklar onlar, yatuklar gibi ele geçirmek, dinlerini yaymak vb. 'saçma' sebeplerle bir yere saldırmıyorlar.

sonunda bu yaşam tarzı tasfiye ediliyor, son örnekleri mevcut ancak. ulus devletlerin kurulmasıyla sınır boylarındaki ticaretin önü kapatıldığı gibi, aynı ülke içinde göçebelerin hayvanlarını özgürce dolaştırabileceği alanlar da bırakılmadı, göç yolarından geçmelerine izin verilmiyor ve her seferinde pek çok saldırıya uğruyorlar (Bu konudaki örnek durum için bakınız https://yaban-ci.blogspot.com/2013/07/bozulama-mehmet-isten.html ) İnsanlık hayvanların doğada gezmeden de sistematik hapishanelerde kalabileceğini keşfetti maalesef.

03 Temmuz 2022

küçük İskender'e mersi'ye

 





 

küçük İskender’e mersi’ye

 

Şiirli değneği ile dokunarak karşısına çıkan ne varsa

kimi zaman bir kağıt, bir oğlan kimi zaman

kimi zaman bir ihtiyar, bir suç kimi zaman

bikinisinden yaptığı papyonlarla bizi eğlendirerek

ve üzülerek kimi zaman bizim adımıza

utanarak göze alamadığımız her şey için

kimsenin görmediği yerlerde acılar çekerek

kimsenin görmediği yerlerde çuvallayarak

karıştırarak kimi zaman da halüsinatif çiçeklerini

hangi son istasyonda kime vereceğini

üzerinden geçtiği her köprüyü dinamitleyerek

ne geriye dönüş olasılığı ne peşinden gitme kahramanlığı

kapı bırakmadan hiçbirine ve derinden isteyerek hepsini

her nefesiyle bir boyutuna daha yaklaşıp içindeki uzayın

istemediği hiçbir şey olmayıp ve istediği şeylerin de çoğunu olamayıp

cinayet mahalline binlerce ipucu bırakmış beceriksiz bir katil gibi

kalabalığın arasına yalınkılıç dalan bıçkın bir delikanlı gibi

her yeri yara bere içinde  ama ayakta hâlâ

her öksürdüğünde cam kırıkları batıyor boğazına

ama âşık hâlâ

tüm saçlarını yolmuşlar ama dans ediyor

sakin bir gerginliği taşıyarak hep yaptığı gibi

telaşlanmayalım diye yanıklarını gizliyor

bir gözü hala rakıya konulacak su oranında

diğer gözünü elinde tutuyor diğer kalbini elinde tutuyor

başka olasılıkları başka çocukları başka yenilgileri elinde tutuyor

savaş meydanında kolunu arayan bir askerden söz ediyor

bu bizden bile önemli diyor bizim saçma salak duyarlılıklarımızdan bile

öleli epey olmuş ama sabahları yine erken kalkıyor şiir için

kimi görse o sanıyor kimi görse sarsalıyor

bi şey unuttum diyor

bi bakıp çıkacağım diyor

ben küçük İskender’im diyor bodyguardlara

her an kavga çıkaracak gibi bakıyor

sevgiliniz böyle bir sevgilisi olsun isteyebilir

şairseniz dizeleriniz dökülebilir ayak ucunuza

elindeki şişeyi kırıp çizebilir göğsünü boydan boya

cebindeki defteri çıkarıp şimşekler çaktırabilir

belindeki silahı çıkarıp boşaltabilir tüm konuklara

şu sanatsever iri memelere jilet atabilir

şu mükemmel yüze kezzap atabilir

yapabilir tüm bunları

hâlâ

 

                                                                  Haziran 2020, İstanbul

                                                                Mehmet İşten


15 Mayıs 2022

ahmet güntan'ın "müsilaj'a bulduğum çare" adlı şiiri hakkında

 

 

 

 



 

Müsilaja bulduğum çare

Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde

bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı

 

bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden

itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu

 

müsilaj? Ne olacak, doğarken durdurulmuş insanlarız,

tasalıyız, kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat

 

olan yoğun kaygı yığınından denize yansıyan alegorik

bir imaj bence müsilaj. Artık ev içinde zapt edemediğimiz

 

Kunteper Karanlıktan sokaklara taşan jel-mesaj, budur

bence müsilaj— varoluş korkumuzun salyası, metrolarda

 

işten dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı

eriyik— içimizdeki şekilsiz eksiklik, o eksikliği dolduran

 

zararlı madde, alacağımızı hırsla emip aldıktan sonra

denize gelişigüzel attığımız sulu posa, oradan oraya

 

şuursuz koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde

durmayıp akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj. Müsilaj

 

nedir? Müsilaj nedir? Nedir bu müsilaj? Ne olacak,

belki de kavmimizin hani hep isteyip de bir türlü

 

alamadığı, cennete açılan o nihai virajı, nihayet alırken

arka kasadan fırlayıp yola saçılan kocaman bagaj—

 

müsilaj. Ne çok uluslu cepheden hain bir sabotaj ne

dış mihrakların yaptığı zillet amaçlı fotomontaj. Nedir

 

mi müsilaj? Bence gökten eşref-i mahlukata bir öğüt

olarak sulara yansıyan kutsal bir imaj. Bence bırakın—

 

denizin üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.

 

 

 

 

Ahmet Güntan’ın 160. Kilometre’de yayımlanan “Müsilaja bulduğum çare.” başlıklı şiiri, yayımlandıktan sonra sosyal medyada, özellikle Twitter’de çok konuşuldu. Yapılan yorumlar, hemen her konuda ortadan ikiye ayrılmış olan toplumun ‘yarılma’yı günlük rutin haline getirdiğini de gösteriyordu. E öyle ya, pek kimsenin okumadığı söylenen şiirde bile bunu başardığına ve söz konusu şiir bayağı gürültü kopardığına göre! Fakat tuhaf olan şu ki bu şiirde ‘yarılacak’ bir şey yoktu! İnsan, bu kadar eleştirildiğine göre keşke birileri gerçekten şiirde söylenenlerin tersini savunsa da şu rezil dünyanın rezilliği kendi kendine olmuş gibi kalmasa öyle ortada diye de düşünmüyor değil. Ama öyle değildir, sorsanız dünyada meselenin tek bir sahibini bulamazsınız. Sahipsiz kötülüklerdir bunlar!

 

Kürt meselesi, din meselesi, dil meselesi, aşı meselesi, gelenekler meselesi vb. hemen her konu âdeta bir münazara kıvamına oturuyor epeydir. Her şey iki uçlu… Her şey ya herru ya merru, her şey ya bizdensin ya onlardan… Bu iki ucu müsilajlı değneğin elimize nasıl geçtiği ayrı konu ama artık daha konu ortaya çıkar çıkmaz herkes şıp diye anlıyor değneğin hangi ucunu çekiştireceğini.

 

Şiiri çok beğenenler olduğu gibi hiç beğenmeyenler, hatta konuyu Ahmet Güntan’a hakaret boyutuna vardıranlar, bir sosyal medya linci hâline getirenler de az değildi. Bırakalım derli toplu bir yazıyı, hepi topu bir sayfa uzunluğunda bir şiiri bile sonuna kadar okuyamayan akıllı telefon kuşağı doğal olarak şiirin bütününü okuyup anlamamış, sadece alıntılanan kısma bakarak döşenmişti yorumlarını. Onlar neyse de bayağı adı sanı olan kişiler de fırsattan istifade bir tane de ben çakayım sinsiliği ile boy gösterdiler mecrada. Tam bir şark kurnazlığı!

 

Pek çok kişi şiirin girişinde yer alan: “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerini okuyunca şiiri anlamış olduğu zannıyla, şairin müsilaja güzelleme yaptığına, müsilajı Tanrı’nın bir hediyesi gibi gösterme çabası içinde olduğuna kanaat etti ve anlama yoksunu koroya dâhil oldu. Hoş, sonuna kadar okuduğu hâlde hâlâ aynı kanıda olanlar da az değildi. Benim anladığım kadarıyla memleketteki hükümetten ve siyasal meşruiyet sağlamakla kalmayıp iktidarı da ele geçiren İslamcı ideolojiden rahatsız olan modern laik çevreler- ki aynı zamanda yüksek çevre duyarlılığı ile marufturlar- müsilajın insana, doğaya yaptıklarının bir bedeli olarak gönderilmiş tanrısal bir ceza olduğu söylemine tepki duyuyorlardı, oysa bunun Tanrıyla falan ilgisi yoktu, çünkü bu yönetimin suçuydu!

Oysa bu çok düz bir okuma olur. Böylesi bir ‘tanrısal bedel’ açıklamasını bir bilim insanı ya da devlet yetkilisi yapsa buna tepki gösterebiliriz ama şiirde işler böyle yürümez. Şair, onu şununla ilişkilendirir, bunu ötekine dayanak yapar; bunları makale okur gibi yorumlayamazsınız. Yok eğer makale okumak istiyorsanız gidip yapınız, bu konuda envaitürü yazıldı zaten.

Şiirle ilgili paylaşımın altına yazılanları buraya alıntılamayacağım, merak eden bakabilir. Hemen hemen hepsi insanlarımızın genel cehaletini, okuduğunu anlama konusunda hangi seviyelerde olduğunu gösteriyordu. Kalabalıklar böyledir her zaman: Anlamadıkları zaman daha tehlikeli!

 

Şiirde bir tezin savunusunu aramamak gerektiği ayrı bir poetik hakikattir. Şair bir tez dile getiriyorsa bile senin anladığını söylememiş olabilir ya da ve daha önemlisi o kadar sınırlı bir şey söylememiş olabilir. Çoğunlukla da böyledir zaten.

 

Ahmet Güntan’ın  “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerine bakarak “Adam, müsilajı Tanrı’nın bir süsü olarak görüyor.” demek ham ve düz bir okumadır. Oradaki “âdeta”yı geçsek bile şiirin bütününü okuyan

06 Şubat 2022

Kısa Bir Organsız Beden Hayali, Erkan Irmak

 


 

Açılış:

 

When you will have made him a body without organs,
then you will have delivered him from all his automatic reactions

and restored him to his true freedom[1]

 

[Onu organsız bir beden haline getirdiğinizde,

bütün otomatik tepkilerinden kurtarmış

            ve gerçek özgürlüğüne kavuşturmuş olacaksınız][2]

 

 

Organsız Beden:

 

Antonin Artoud’ya Ocak 1948’de bağırsak kanseri teşhisi konuldu. Kısa süre sonra, 4 Mart 1948’de ise öldü. Hastanedeki odasında yalnız başına öldüğünde, iddia edildiğine göre yatağının ayakucuna oturmuş ayakkabılarını tutuyordu. Aşırı dozda uyuşturucu alarak öldüğünden şüphe edildi, ancak aldığı dozun öldürücü olup olmadığını bilip bilmediği belirsiz kaldı. Otuz yıl sonra ise, Fransız radyosu, sonunda, Artoud’nun ölümünden bir yıl önce yazdığı ve Deleuze ve Guattari’nin organsız beden terimini ödünç aldığı oyunu Pour en Finir avec le Jugement de Dieu’yu (To Have Done with the Judgment of God) sahneledi.

 

Deleuze ve Guattari’de organsız beden, dar anlamıyla, bedenin “sanal” boyutu düşüncesinde kullanılır. Onlara göre her “gerçek” bedenin kendine özgü hareketleri, alışkanlıkları, etkileri vb. vardır. Ve bu her “gerçek” bedenin aynı zamanda bir de “sanal” boyutu vardır ki, orada büyük bir boşluk içerisinde potansiyel kendine özgülükler, alışkanlıklar, hareketler, etkiler vb. bulunur. Bu potansiyellerin bir araya gelmesi ise Deleuze ve Guattari’nin organsız beden dediği şeydir. Kendini organsız bir beden haline getirmek, bu potansiyelleri aktif hale getirmek demektir ve diğer bedenlere (ya da organsız bedenlere) Deleuze ve Guattari’nin oluş (becoming) dediği bağlanmayla gerçekleşir.

A Thousand Plateaus’da ise, Deleuze ve Guattari dünyanın organsız bedeninden bahsederler. Buna göre “dünya, organsız bir bedendir. Bu organsız beden formsuz, durağan olmayan şeylerle, her yöne doğru akışlarla, özgür nomadik tekilliklerle, azgın ya da süreksiz parçacıklarla yayılmıştır.”[3] Bu ifadeden kastedilen, dünyayı, bilinen durağan “varlıkların” bir araya gelişiyle oluşan bir bütünlük olarak düşünme alışkanlığından vazgeçip, gerçek anlamda hareket eden ve birbirini kesen, birbiriyle ilişkili, akış halinde oluşlarla anlamaya çalışmaktır. Bu da organsız bedenin daha genel anlamlı açıklanışıdır.

Sonuç olarak, tahmin edileceği gibi, organsız beden gerçek anlamında organı olmayan bir beden demek değildir. Organ-izasyonsuz bir bedendir, toplumsal olarak dillendirilmiş, disipline edilmiş, semiyotikleştirilmiş, özneleştirilmiş (bir organ-izma olarak) konumundan kurtulmuş ve böylelikle yersiz yurtsuzlaşarak, parçalara ayrılarak, söylemsizleşerek farklı yollardan geçerek yeni bir yapıya kavuşma imkânlarını elde etmiş bedendir.[4]


Böylece Artaud’nun bahsettiği ve Deleuze ve Guattari’nin ilerlettiği, otomatik tepkilerinden kurtulmuş ve gerçek özgürlüğüne kavuşmuş organsız bedenin yapısı ortaya çıkar. Ancak bir de kelime anlamıyla organsız bedenlerin ve organsızlaşmak isteyen bedenlerin, organlılaştırılma ve organsızlaştırılmama halleri vardır.

Bu yazının bahsetmek istediği de tam olarak budur. 

 

 

Beden Bütünlüğü Kimliği Bozukluğu

 

Beden Bütünlüğü Kimliği Bozukluğu-BBKB (Body Integrity Identity Disorder), bir ya da birden fazla eklem veya vücudun işlevsel uzvunun ampute hale getirilmesine karşı duyulan istektir. Bazen bu isteğe sahip kişiler uzuvlarını kendi kendilerine kesme/işlevsizleştirme yolunu seçerler. Her ne kadar, genel olarak, bu terim uzuvlarını kesmek isteyen insanlar için kullanılsa da, Beden Bütünlüğü Kimliği Bozukluğu aynı zamanda bedensel bütünlüğünü tümüyle değiştirmek isteyenler için de kullanılmaktadır.[5]

Günümüzde çok az sayıda cerrah BBKB “hasta”larına istediklerini vermek üzere onları tedavi ediyor. Bazıları arzularını gerçekleşmiş gibi hissedebilmek için, protezler ve başka aletler kullanarak amputeymiş gibi davranıyor. Yukarıda değinildiği gibi, az sayıda olmakla beraber, bazıları da bu acılarını kendi başına dindirme yolunu seçiyor. Bunu yaparken kimi zaman bir trenin bacaklarının üzerinden geçmesine izin veriyor, kimi zaman da kurtulmak istedikleri uzuvlarına öyle kötü hasar veriyorlar ki, modern tıp sonunda onlara istediklerini vermek zorunda kalıyor. Bizim anlamakta güçlük çekmekte ısrar ettiğimiz ise onların, örneğin, “Hâlâ bir sol bacağım varken kendimi tamam hissetmiyorum.” türünden açıklamaları. Buna karşın az önce de söylendiği gibi, BBKB sadece ampute olma halini içermiyor; bu durumdan muzdarip olanlardan bazıları, örneğin, felçli, kör ya da sağır olmak ya da protezler, kol değnekleri kullanmak istiyor. Bunlardan kimi de toplum içinde amputeymiş gibi davranıyor ve her ne şekilde tezahür ediyor olursa olsun bu arzuların hepsi psikiyatrik bir hastalık olarak kabul edilip, buna göre tedavi edilmeye çalışılıyor.

BBKB ile ilgili burada asıl değinmek istediğim nokta ise başka.

 

 

Beden Eğitimi:

 

BBKB’li olma durumundan acı çeken insanlar, bu hislerini ilk olarak dört veya beş yaşındayken bile fark edebiliyorlar ve bu durumu, örneğin, bir ampute gördüklerinde ona gıptayla bakarak gösterebiliyorlar. Bazı BBKB hakları savunucuları, uzuvlarından kurtulmak isteyen insanların durumunu, bundan otuz yıl öncesine kadar -ama etkileri bugün de açıkça ve sertlikle devam eden- homoseksüellik, transseksüellik, biseksüellik ve buna benzer her türlü cinsel yönelimi “yanlış”, “hastalıklı”, “anomali” olarak algılayan anlayışa benzetiyor. İleride bu durumun değişeceğini umuyorlar ve tamamlanmış hissedebilmek için kendilerine izin verileceği günleri bekliyorlar.

Foucault’nun bio-power olarak tanımladığı ve söylemin bedenin kontrol hakkını nasıl elinde tutmaya çalıştığını hatırlamak, BBKB’lilere istediklerini vermenin neden bu kadar imkânsız olduğunu anlamada yararlı olacaktır:

İktidarın rasyonaliteyi koruma zorunluluğu, elbette yaşamı sürdürmeyi ve ölümü mümkün olduğunca ertelemeyi dikte edecektir. İnsanın kendi bedeni üzerindeki egemenliğinin hiçbir kabul edilebilir yanı yoktur. Cinsellik yukarıda da değinilmeye çalışıldığı gibi bio-power’ın etkilemek istediği alanlardan biridir. Bedenin temel işlevi üretmek ve üremek olduğundan, iktidar bunu engelleyebilecek hiçbir oluşuma izin vermemeye çalışacak, bütün aletleriyle buna karşı çıkacaktır. (İnsan hakları savunucularının bile örneğin açlık grevine karşı gösterdikleri tepki bu oluşumu ve söylemin etki alanını algılamakta yararlı olacaktır.) BBKB örneğinde de yine aynı söylem bu kez, tıpkı homoseksüelliği kendi kodları dahilinde psikiyatrik bir hastalık olarak gördüğü ve tedavi etmeye muhtaç kabul ettiği gibi, uzuvlarından kurtulup tamamlanmaya çalışacak bir insana da tahammül edemeyecek, üretkenliğe zarar verecek ve söylemde delikler açacak böyle bir isteği de derhal kendi formuna uydurmaya, söylemi kullanarak bu arzuyu bir psikoz kabul edip, arzu sahibini de hasta olarak yaftalamaya, tedavi edip tekrar kendi belirlediği normlara sokmaya çalışacaktır. Ancak bu durum insan yaşamının kutsallığına karşı bir korumacılık olmaktan çok uzaktır, zira rasyonalitenin hiç şüphesiz ikinci dünya savaşındaki soykırımla zirvesini gören, ama öncesinde ve sonrasında da etkilerini gösteren insan yaşamının iktidar kullanıcıları tarafından kolaylıkla sonlandırılabilmesi durumu, yaşamın ve dolayısıyla bedenin ve en sonunda da insanın gereği halinde nasıl etkisizleştirilebileceğini gösterir.

Organsızlaştırılmamaya bir örnek BBKB olabileceği gibi (altında yatan söylemsel ilişkileri deneyimlemek için ilginç bir örnek: sünnetin tümüyle onaylanan bir BBKB sayılabileceğidir) organlılaştırılmaya çalışılan bir organsız beden organizasyonu örneği de ampute futboldur.

 

 

Ampute Futbol:

 

Dünya Ampute Futbol Federasyonu’nun internet sitesini ziyaret ettiğinizde[6] ve “kurallar” sayfasına baktığınızda en yukarıda şu ifadeyle karşılaşırsınız: “Ampute futbol temel olarak, birkaç küçük uyarlamayla iki ayaklı versiyonuyla aynıdır.”[7] Bu açıklamayı ve kurallarla ilgili bir-iki noktayı daha sonra değinmek üzere bir kenara bırakıp, 12-20 Kasım tarihleri arasında Türkiye’de düzenlenen Ampute Futbol Şampiyonası üzerine biraz düşünelim.

Şampiyonaya toplam on iki takım katıldı. Aldıkları dereceye göre sıralayacak olursak: Özbekistan, Rusya, Türkiye, Brezilya, İngiltere, İran, Ukrayna, Liberya, Fransa, Sierra Leone, Nijerya ve Gana. Ancak yine siteden öğrendiğimize göre, Nijerya vize problemleri nedeniyle turnuvaya geç katıldığı için ve Gana da maddi imkânsızlıklar dolayısıyla Türkiye’ye varamadığından oynadıkları/oynayacakları tüm maçlar 3-0 mağlup olarak tescil edildi. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama hemen hiçbir yerde bu aşikâr duruma dair bir şeyler okuyamadığımdan değinmek zorunda hissediyorum, katılan takımların hemen hepsi yakın tarihlerinde ya bir iç savaş yaşamışlar ya başka ülkelerle savaşmışlar ya da mayın tarlalarının bol olduğu ülkelerden geliyorlar. Bir-ikisi dışında hepsi geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler statüsündeler. Nijerya ve Gana’nın temsil edilemeyiş sebeplerini de göz önüne aldığımızda, çok daha başarılı olabilecek daha birçok Afrika ve Asya takımının da bu listeye önümüzdeki yıllarda eklenebileceğini varsaymak aşırı bir yorum olmayacaktır sanırım. Buna karşın “iki ayaklı versiyonunun” son şampiyonası olan 2006 Almanya Dünya Kupası’ndaki duruma bakarsak ilk sekiz takımın İtalya, Fransa, Almanya, Portekiz, Brezilya, İngiltere, Ukrayna ve Arjantin şeklinde oluştuğunu görürüz. Takımların sıralanışına, katılımcı ülkelere, katılma koşullarına bakarak epeyce ağır laflar söyleyebiliriz, tek ve çift ayaklı bu spor dalları arasındaki farka dair.

Ama bunlar da değil bu yazının anlatmak istediği.

            Az önce birkaç küçük uyarlamadan bahsetmiştik onlara geri dönelim. Kurallar gerçekten de alıştığımız futbolla çok fazla noktada uyum içerisinde. Fakat uyamayacak yerleri de var ki zaten uyarlamalar da oralarda başlıyor. Tahmin edilebileceği gibi sahadaki oyuncuların iki eli olabilir ama tek ayaklı olmaları gerekiyor, kaleciler içinse durum tam tersi, iki ayak ama bir kol. Oyun protezler olmadan oynanmak zorunda. Koltuk değnekleriyle topa vurmak yasak, ihlali elle oynamak olarak kabul ediliyor. Kaleciler ise topu ampute kollarıyla kurtaramıyor, bunun da ihlali penaltı sayılıyor. Bunun gibi başka birkaç değişiklik daha var. Ve hepsi de iki ayaklı versiyona benzeşmek için düşünülmüş.


            Az önce BBKB’lilerden bahsederken nasıl yok sayıldıklarını, bir hastalık fenomenine dahil edilmeye uğraşıldıklarını söylemiştim. Söylem dışı bir organsızlaşmaya karşı söylemin ve iktidar kullanıcılarının gösterdikleri direnci anlatmaya çalışmıştım. Şimdiki durumsa tam tersi gibi görünüyor, ama amaç yine aynı. Bu kez de organsızlaşmış bir beden mümkün olan her şekilde organlılara yakınlaştırılmaya çalışıyor. Kendine özgülük gibi görünen/gösterilen kuralların hepsi aslında bu özgün halin etkisizleştirilme çabası. Kodlar yine aynı. İdeal şartlar, referans noktaları yine aynı..

            Oysa ne Artaud’nun ne Deleuze ve Guattari’nin anlattığı organsız bedenler bunlardı. Organsız bedenler başka türlü olmalı. Hayal edilmeye değer ve hayal edilebilir olmalı.

 

 

 

 

Kısa Bir Organsız Beden Hayali:

 

            Bir tarafta kurtulmak istedikleri uzuvlarından arınmış BBKB’liler var. Bazılarının bacakları yok, bazıları felçli, bazıları da düşledikleri gibi sağır ya da kör, bazılarıysa sadece tekerlekli sandalyelerinde veya protezleriyle durmaktalar. Diğer tarafta amputeler. Bazıları atmış koltuk değneklerini, bazılarıysa protezlerini çıkarmamış. Çünkü öyle istiyorlar ve istemek yetiyor. Takımlar milletlerine/ırklarına göre belirlenmemiş ya da belli sayılarla, bayraklarla. Vize problemi de yaşamamış hiç kimse, çünkü haymatlos hepsi, diledikleri gibi seyahat edebilirler, parası olmayanlara da çoktan olanlar vermiş zaten. Topa istedikleri gibi vuruyorlar, yerlerde yuvarlanıyorlar, birbirlerini kesilmiş yerlerinden öpüyorlar. Rekabet yok, dans ediyorlar. Sahaları çizgilerin bittiği yerde başlıyor, hemen yanındalar her şeyin, herkesin, o kadar yakındalar ki el sallıyorlar ampute kollarıyla. Her yere gidebilirler, bu oyunu her yerde oynayabilirler, üstelik istedikleri her an da oynayabilirler. Dünyanın akışı gibiler, bazıları daha hızlı, bazıları daha yavaş, ama bazıları hızlı ve bazıları da yavaş oldukları için güzeller. Birbirlerine değip ayrılıyorlar. Değdikçe akış devam ediyor, akış devam ettikçe değmeye devam ediyorlar. Bir şeyler öğrenilecekse kendileri öğreniyorlar, otomatik tepkilerinden kurtulmuşlar, şarkı söylüyorlar coşkunlukla. O kadar mutlular ki dışarıda kalan herkes, yani bu yazının yazarı, yani biz, yani bu yazının okuru, suçlu bile hissedemiyoruz kendimizi; çünkü suçlamıyorlar bizi. Bildiğini unutmaya razı herkes onlara katılabilir çünkü. Bu, kapanıştan önce, kısa bir organsız beden hayali.

 

Kapanış:

 

Then you will teach him again to dance wrong side out

as in the frenzy of dance halls

and this wrong side out will be his real place.[8]

 

[Sonra ona tekrar yanlış tarafta dans etmeyi öğreteceksiniz

dans salonlarının coşkunluğundaki gibi

ve bu yanlış taraf onun gerçek yeri olacak.]

İ. Erkan Irmak

Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Araştırma Görevlisi



[1] Antonin Artaud. "To Have Done with the Judgment of God" Antonin Artaud Selected Writings içinde. Susan Sontag (ed). Berkeley, CA: University of California Press, 1976, s. 571.

[2] Artoud’nun burada anılan eseri daha önce Yaba Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu metin üzerinde yapılan çeviriler ise İngilizceden ve Türkçe çevirisini de dikkate alarak benim tarafımdan denenmiştir.

[3] Gilles Deleuze, Félix Guattari. A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, çev. Brian Massumi, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987, s. 40.

[4] Steven Best ve Douglas Kellner, Postmodern Theory: Critical Interrogations, The Guilford Pres: New York, 1991, s. 90-1.

[5] Konuyla ilgili oldukça sınırlı olan kaynaklardan (Türkçede konuyu gerçek anlamıyla tartışan hiçbir kaynağa ulaşılamamıştır) bu yazı süresince de yararlanılan en önemlilerinden ve içinde vakalar, röportajlar ve makaleler barındıran iki internet sitesi için bkz. http://www.biid.org/  ve http://biid-info.org/Main_Page

[8] Antonin Artaud. "To Have Done with the Judgment of God" Antonin Artaud Selected Writings içinde. Susan Sontag (ed). Berkeley, CA: University of California Press, 1976, s. 571.