Mustafa Demirtaş
“İnsanlar
neden kölelikleri için sanki kurtuluşlarıymış gibi canla başla
savaşıyor?”
Gilles Deleuze ∞ Félix Guattari
ÖZET
Bu yazıda, küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar
teorisi oluşturmayı ve iktidara karşı siyasetin öznelerini yeniden
kavramsallaştırmayı hedef alan Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ve Çokluk
kavramları ele alınacaktır. İlkin, İmparatorluk kavramından hareketle,
günümüzde etkinliğini yoğun bir şekilde hissettiren karma bir kuruluş yapısının
egemenliği analiz edilmeye çalışılacaktır. Daha sonra ise Çokluk kavramıyla bu
karma egemen kuruluş yapısını yıkacak devrimci politik figürün
kavramsallaştırılmasına girişilecektir. Bu her iki kavramsallaştırmanın, egemen
iktidar yapısını anlamada ve bu iktidar yapısına karşı mücadele biçimlerini
ortaya koymada devrimci özneye hem teorik anlamda hem de pratik anlamda nasıl
yeni olanaklar kazandırdığı irdelenmeye çalışılacaktır. Son bölümde ise Hardt
ve Negri’nin ileri sürdüğü bu kavramsallaştırmalardan hareketle, son dönemde
açığa çıkan geniş toplumsal hareketler üzerine birtakım görüşler
tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İmparatorluk, Çokluk, Maddi olmayan emek,
Toplumsal hareketler, Küreselleşme
Giriş
Hardt ve
Negri, son dönemde yayınladıkları İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik
kitaplarında, ulus-devletlerin egemenliklerinin krize girdiği küresel
kapitalizm çağında yeni bir egemenlik biçiminin ve yeni bir devrimci politik
figürün ortaya çıktığını ileri sürerler. Bu yeni egemenlik biçimi, karma bir
kuruluş yapısına sahip olan, bir dışarısının mevcut olmadığı ve bir iktidar
merkezinin bulunmadığı “İmparatorluk” kavramıyla tanımlanır.
İmparatorluk kavramı, Hardt ve Negri’nin belirttiği üzere, küreselleşmiş
bir dünyada genel bir iktidar teorisinin oluşturulmasıdır. İktidarın doğasının
yeniden tanımlanmasıdır.
Hardt ve
Negri’nin, İmparatorluk kavramıyla tanımladıkları yeni küresel düzenin yapısını
çözümlemelerinin nedeni ise direnişin yeni biçimlerini keşfetmektir. Hardt ve
Negri’ye göre, ulus-devletlerin artık giderek önemini yitirmeye başladığı ve
emperyalizmin geçerliliğini kaybettiği bir çağda, eski geleneksel direniş
biçimleri etkinliğini yitirmiştir. Hardt ve Negri’nin amacı ise küresel
kapitalizm çağında direnişin/siyasetin yeni öznesini tanımlamak, onu politik
bir özne olarak açığa çıkarmaktır. Onlara göre, küresel kapitalizm çağında
direnişin yeni öznesi “Çokluk”tur. Çokluk her türlü farklılığı kapsayan, ancak
bu farklılıkların tek bir özdeşliğe indirgenmediği toplumsal öznedir.
Çokluk
kavramı, Hardt ve Negri’nin teorisinde, İmparatorluğa karşı postmodern
direnişin öznesi olarak ortaya konur. Çokluk kavramı ayrıca günümüzde cereyan
eden geniş toplumsal hareketlerle ilişki içerisinde düşünülmektedir Bu
toplumsal hareketler üzerinden bir “çokluk” okuması hem çokluk düşüncesinin
kavramsal çerçevesini eleştirel bir şekilde değerlendirmede hem de açığa çıkan
toplumsal hareketlerin pratiğini güçlendirmede önemli açılımlar sunmaktadır.
Bugün, Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ve çokluk kavramları küresel ve
toplumsal bir dönüşümün gerçekleşme imkânını sorgulamak ve yeni direniş
biçimlerini açıklamak için ele alınması gereken elzem kavramsal yaklaşımlardır.
İmparatorluk
Kavramı Üzerine Düşünmek
Hardt ve Negri
İmparatorluk kavramını, günümüz çağdaş küresel düzeni adlandırmak için
kullanırlar. İmparatorluk aslında, küresel kapitalizmin 1970’lerde açığa çıkan
mali krizine cevaben geliştirilen bir yönetim ve denetim stratejisidir.
İmparatorluk kavramı küresel piyasa ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte
bir küresel düzeni, yeni bir yönetim mantığını ve yapısını, kısacası yeni bir
egemenlik biçimini ifade eder. Hardt ve Negri’nin vurguladığı gibi bu yeni
düzende, “egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında
birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur.’’1
Bu yeni
egemenlik biçiminin oluşmasına neden olan şey ise ulusdevletlerin egemenliğinin
gerilemesi ve giderek ekonomik ve kültürel ilişkileri düzenlemekte gücünü
kaybetmesidir. Bu nedenle iktidar sahiplerince yeni bir düzen arayışına
girişilmiştir. İmparatorluk, bu düzen arayışının somutlaşmasıdır. O halde,
yapılması gereken ilk şey de bugün biçimlenmekte olan bu somutlaşmış düzenin
kuruluşunu kavramak ve onu çözümlemeye çalışmaktır.
Yeni bir
egemenlik düzeni üzerine kurulu olan İmparatorluk paradigmasını tanımlamaya
çalışmak için öncelikle, bu paradigmanın bir takım temel özelliklerini dile
getirmek gerekiyor. İmparatorluk kavramı, ilk olarak belirtmek gerekirse, bir
iktidar merkezi yokluğu ile dikkati çeker, diğer bir ifadeyle, Hardt ve Negri,
“bizim İmparatorluğumuzun Roma’sı yoktur’’2 görüşünü dile
getirirler. Onlar için günümüzde en güçlü devlet olan A.B.D bile, her ne kadar
İmparatorluğun içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olsa da3 ,
İmparatorluğun merkezi değildir. Bugün ne A.B.D ne de başka bir ulus-devlet
emperyalist projenin merkezini oluşturmaktadır.4 İmparatorluk
kavramı açıkçası, “merkez” yerine, “yok-yer”in belirmesini önerir ve temelde
sınırların yokluğuyla nitelenir:
İmparatorluk
yönetiminin ucu bucağı yoktur. Demek ki, İmparatorluk kavramı her şeyden önce
uzamsal bütünlüğü etkili bir biçimde kuşatan, daha doğrusu bütün “uygar”
dünyaya hükmeden bir rejim demektir. Toprak temelli hiçbir sınır onun hükümranlık
alanını kısıtlayamaz.5
İmparatorluk paradigmasının bir diğer özelliği ise onun iktidar merkezliğinin dışında, aynı zamanda bir karma kuruluş yapısına da sahip olmasıdır. İmparatorluktan söz ederken, Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus-devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar, farklı tipte yapılar ve örgütlerin oluşturduğu bir küresel kuruluş yapılanmasından söz etmekteyiz.6 Tabii İmparatorluğu bu şekilde pek çok farklı bileşenin bir bütünlüğü olarak tanımlamak, onu, ulus devlet hâkimiyetine nazaran daha belirsiz ve çoğul bir konuma da taşımaktadır. Ancak bunu belirtmek, İmparatorluğa karşı mücadele bağlamında bir belirsizliği ortaya koymak anlamına gelmemeli. İmparatorluğa karşı mücadele için emperyal hükümranlığın belli yerleri ve biçimleri Hardt ve Negri tarafından açık bir şekilde belirtilmiştir. Bunlar, kısaca belirtmek gerekirse, A.B.D. hükümeti, G8, IMF, BM ve diğer birçok çokuluslu küresel piyasa ağına bağlı finans kurumlarıdır.
İmparatorluk paradigmasının bir diğer özelliği ise onun iktidar merkezliğinin dışında, aynı zamanda bir karma kuruluş yapısına da sahip olmasıdır. İmparatorluktan söz ederken, Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus-devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar, farklı tipte yapılar ve örgütlerin oluşturduğu bir küresel kuruluş yapılanmasından söz etmekteyiz.6 Tabii İmparatorluğu bu şekilde pek çok farklı bileşenin bir bütünlüğü olarak tanımlamak, onu, ulus devlet hâkimiyetine nazaran daha belirsiz ve çoğul bir konuma da taşımaktadır. Ancak bunu belirtmek, İmparatorluğa karşı mücadele bağlamında bir belirsizliği ortaya koymak anlamına gelmemeli. İmparatorluğa karşı mücadele için emperyal hükümranlığın belli yerleri ve biçimleri Hardt ve Negri tarafından açık bir şekilde belirtilmiştir. Bunlar, kısaca belirtmek gerekirse, A.B.D. hükümeti, G8, IMF, BM ve diğer birçok çokuluslu küresel piyasa ağına bağlı finans kurumlarıdır.
İmparatorluğun
tasnif edilebileceği son özelliği ise artık bir “dışarısı”nın olmamasıdır.7
İmparatorluk bir dışarıya ihtiyaç duymaksızın küresel kapitalizmin varlığını
devam ettirebilmesini sağlayan bir iktidar yapılanmasıdır. Bu nedenle de, bir
“emperyalist proje” yerine bir “emperyal proje” izleğidir.8
Bilindiği üzere emperyalizm, Avrupalı ulus devletlerin egemenliklerini, toprak
temelli bir iktidar merkeziyle [ulus devlet] kendi sınırları ötesine
yaymasıydı. 1890’larda başlayan ulus merkezli bu emperyalist egemenlik anlayışı
Hardt ve Negri’ye göre, Vietnam savaşı ile birlikte sona ermiştir:
Vietnam Savaşı
emperyalist eğilimin son nefesi ve dolayısıyla yeni bir Anayasal rejime geçiş
noktası olarak görülebilir. Avrupa tarzı emperyalizmin yolu artık bir daha
açılmayacak biçimde kapanmıştı ve bundan sonra ABD hem geri dönmek hem de
şanına yakışır bir emperyal yönetim için ileriye atılmak zorunda kalacaktı.9
Bu ileriye
atılış, İmparatorluğun hayata geçirilme süreci anlamına geliyordu. İmparatorluk
döneminde, ne ulus devletin merkezi bir egemenliğinden ne de toprağa dayalı bir
yönetim aygıtından söz edilebileceğinden, Hardt ve Negri’nin küresel yapıları
anlamakta kullanılabilecek yeni bir emperyal yönetim yaklaşımını vurgulamaları
manidardır. Tabii emperyalist bir projeden, emperyal bir projeye geçildiğini
vurgulamak, sömürü ilişkilerinin ortadan kalktığını belirtmek anlamına gelmez.
Sömürü ilişkileri bu dönemde de yoğun bir şekilde etkinliğini sürdürmektedir.
İmparatorluk
kavramı aslında bir açıdan da bu tarz bir yeni dönemselleştirme girişimini
analiz etmeye çalışan Wallerstein’ın dünya sistemleri analizi kavramıyla da
benzerlik arz eder. Her ikisi de aynı şekilde pek çok karma kuruluş yapısının –devletler,
devletlerarası güçler ve çokuluslu şirketler gibi.- oluşturduğu bir örgütlenme
sistemini çözümlemeye çalışır. Ancak ayrıldıkları nokta, Wallerstein’ın bu
sistemi çözümlerken merkez, çevre ve yarı çevre kavramlarını ortaya koymasıdır.10
Hardt ve Negri de ise yalnızca İmparatorluk ve bu İmparatorluğun dışına çıkmaya
çalışan çokluk söz konusudur.
İmparatorluk
kavramının bir diğer özelliği ise post-modern döneme özgü bir kavramsallaştırma
olarak açığa çıkmasıdır. Hardt ve Negri, İmparatorluğu, post-modern dönemle
ilişkilendirir. Onlara göre, İmparatorluk, post-modern dönemin iktidar
anlayışıdır. Bu noktanın önemli olduğunu vurgulamak gerekiyor, çünkü Hardt ve
Negri burada çarpıcı bir modernite eleştirisi gerçekleştiriyor. Onlar,
moderniteyi bir iktidar ilişkisi olarak tanımladıklarından, modernitenin
tamamlanmamış bir proje olduğu anlayışına karşı çıkıyorlar ve moderniteyi
realite de zaten vuku bulan bir dönemselleştirme olarak görüyorlar:
Eğer modernite, sırf barbarlık ve
irrasyonaliteye karşı bir güç olarak düşünülseydi, moderniteyi tamamlama
çabası, daha önce tartıştığımız ve Jürgen Habermas ile diğer sosyal demokrat
teorisyenler tarafından paylaşılan bir nosyon olarak, zorunlu olarak ilerlemeci
bir süreç olarak görülebilirdi. Fakat moderniteyi bir iktidar ilişkisi olarak
kavradığımızda, moderniteyi tamamlamak sadece aynının devamı, tahakkümün
yeniden üretilmesidir. Daha fazla modernite veya daha tam bir modernite bizim
sorunlarımıza bir yanıt değildir. Bilakis! Bunun yerine bir alternatifin ilk işaretleri
için, anti-modernite güçlerini, yani modern tahakküme içkin direnişleri
incelemeliyiz.11
Burada şu
noktanın altının çizilmesi gerekiyor: Hardt ve Negri’nin vurguladığı gibi
moderniteden post-moderniteye geçiş, modern kurumların ya da modern toplumsal
hayatın tümüyle bir değişimini ifade etmiyor. Sıfırdan bir değişim dünya
tarihinde zaten hiçbir dönem mevcut olmamıştır. Post-modern süreçte, modern
dönemdeki pek çok mekanizma ya da kurumsal yapılanma [ulus devlet, disiplinci
tahakküm, maddi emek vs.] önemli ve işler bir konumdadır, ancak bu süreçte çok
daha farklı mekanizmalarda açığa çıkmakta ve giderek modern dönemdeki mekanizma
ve kurumsal yapılanmalardan çok daha etkin bir konuma ulaşmaktadır. Örneğin,
post-modernite süreci, emek üzerinden düşünüldüğünde12 maddi emeğin
dışında maddi olmayan bir emek üretiminin açığa çıktığı ve giderek bu süreçte
daha önemli bir konuma geldiği görülmektedir. Ya da toplumsal alan bağlamında
düşünülürse, disiplinci mekanizmalardan ziyade denetimci mekanizmaların çok daha
geniş bir alanı çok daha etkin bir şekilde kontrol altına aldığı görülmektedir.
Postmodernite süreci içerisinde kavranabilecek bu yeni mekanizmalar, özellikle
emek süreci üzerinden ele alındığında, devrimci gücün ya da Hardt ve Negri’nin
ifadesiyle belirtmek gerekirse, karşı-imparatorluğun (çokluğun) itici gücünü de
oluşturacaklardır.
Maddi
Olmayan Emek
1970’lerde
açığa çıkan yeni bir emperyal egemenlik biçimi ve bu egemenlik biçiminin
gerçekleştiği post-modern dönemle birlikte üretim süreçlerinde de önemli
dönüşümler yaşanmıştır. Negri’ye göre, post-modern dönem, sanayi emeğinin
hegemonyasını yitirdiği bir döneme işaret etmektedir. Bu tarz bir emeğin
hegemonyasının yerini artık “maddi olmayan” emek, yani maddi olmayan ürünler
–bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler- üreten emek
almıştır.13 Hardt’ın tanımladığı biçimiyle maddi olmayan emek “bir
hizmet, bilgi veya iletişim gibi maddi olmayan bir meta
üreten emektir.”14 Hizmet sektöründeki emek, entelektüel
emek ve bilişsel emeğin hepsi maddi olmayan emeğe gönderme yapar.
Bugün en hızlı
büyüyen mesleklerin merkezinde maddi olmayan emek vardır. Örneğin, satış
elemanları, bilgisayar mühendisleri, öğretmenler ve sağlık çalışanları gibi çok
geniş bir sektörler alanı bu emek türü içerisinde yer alır. Emeğin gücü giderek
maddi olmayan bir güç olmakta ve emek kendini giderek daha çok entelektüel,
duygulanımsal, ilişkisel ve dilsel kapasite olarak göstermektedir. Emeğe dair
bu tarz yeni yönelimlerin açığa çıkması, ayrıca emek üzerinden gerçekleşen
sömürünün yayılım koşullarını da genişletir. Örneğin, emeğin duygulanımsal yönü
düşünüldüğünde, duygunun yaratılması ve manipüle edilmesi yoluyla15,
maddi olmayan bir emek sömürüsünün gerçekleştiği görülmektedir.
Hardt ve
Negri’nin maddi olmayan emeğe dair analizleri, emeğin öznelerini de çok daha
geniş bir boyuta taşır. Emeği sadece fabrikada çalışan işçiye indirgemezler,
emeği, toplumsalın alanına açarlar. Onlar için ev hanımlarının gerçekleştirdiği
emek de maddi olmayan bir emek biçimidir.16 Bu nedenle,
gerçekleştirilen üretimin sadece ekonomik değil daha geniş anlamda toplumsal
üretim olarak anlaşılması gerekmektedir. Emeğin, maddi mallar değil de
toplumsal ilişkiler, iletişim ağları ve yaşam biçimleri ürettiği anda, ekonomik
üretim dosdoğru siyasal üretime, daha doğrusu bizzat toplumun üretimine de
işaret eder.
Bugün ayrıca,
maddi olmayan emeğin eğilim olarak egemen bir konum edinmekte olduğunu öne
sürmek nicel anlamda maddi emeği üreten kesimin daha az olduğunu belirtmek
anlamına gelmez. Bugün, sayısal olarak maddi emeği üreten kesim daha fazla olsa
da nitel anlamda maddi olmayan emeğin hegemonik gücü çok daha etkin bir
konumdadır:
İşçilerin
büyük bir bölümünün bugün dünyada maddi olmayan ürünler ürettiğini söylemek
istemiyoruz. Aksine, tarımdaki emek, yüzyıllar boyunca olduğu gibi, nicelik
açısından baskın olmayı sürdürmektedir ve sanayideki emek küresel olarak ve
sayısal olarak düşüşe geçmiş değildir. Maddi olmayan emek, küresel istihdamın
küçük bir bölümünü oluşturur ve yeryüzünün hâkim bölgelerinden bazılarında
yoğunluk kazanır. Daha çok şunu demek istiyoruz: Maddi olmayan emek, nitel
açıdan egemen hale gelmiş ve kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun
kendisine kabul ettirmiştir.17
Maddi olmayan
emeğin nitel açıdan hegemonik konumda olması, çalışma koşullarında da değişme
eğilimi gösterir. Sanayideki çalışma koşulları düşünüldüğünde, işçiler yalnızca
fabrikada geçirdikleri saatlerde üretiyorlardı. Buna karşılık üretimin amacı,
bir problemin çözümü ya da bir fikrin veya bir ilişkinin yaratılması olduğunda,
çalışma süresi yaşamın bütününü kapsayacak şekilde yayılma eğilimi gösterir.
Bir fikir ya da bir imge, yalnızca ofiste değil, duş alırken ya da hayal
görürken de yaratılabilir.18 Fikre ve imgeye dayalı böyle bir
entelektüel üretimin salt fabrikaya sıkışmaktan ziyade, daha çok duygulanımsal19,
ilişkisel ve entelektüel kapasite olarak toplumsal uzama yayılması, bu uzam
içerisinde proletarya yerine tekilliklere dayalı bir toplumsal işçiden20
söz edilmeye başlanması ve bu tarz bir üretimi gerçekleştiren tekil bireylerin
hareketliliği ve ortaklığı da, sonuçta İmparatorluğu kesintiye uğratacak
çokluğun zeminini oluşturacaktır.
İmparatorluğa
Karşı Çokluk: Siyasetin Yeni Özneleri
Maddi olmayan
emek zemininde yer alan tekilliklerin oluşturduğu ortak bütün olarak
tanımlanabilecek olan çokluk, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir
alternatif arayışının somutlaşmış tezahürüdür. Hardt ve Negri, İmparatorluğa ve
küresel piyasasına karşı meydan okuma ve direnmenin ancak küresel düzeyde bir
alternatif ortaya koyarak mümkün olacağına inanır. Onlara göre yapmamız
gereken, “İmparatorluğun içinden geçip öteki tarafından çıkmaktır.”21
Bu nedenle İmparatorluğa meydan okuyuş ancak küresel düşünerek ve küresel
davranmakla mümkün olur. Bu ise İmparatorluğa karşı bir Karşı-İmparatorluk
oluşturmaktır. Hardt ve Negri’de bu Karşıİmparatorluğun tasarısı “çokluk” ile
ifade edilerek açımlanır.
Hardt ve
Negri’ye göre çokluk, tekilliklerin ortak paydası temelinde hareket eden aktif
bir toplumsal özneyi anlatır. Çokluk, iç farkları olan çoğul bir toplumsal
öznedir ve onun kuruluşu ve eylemi, özdeşliğe ya da birliğe değil, ortak
paydaya dayanır.22 Çokluk, ortak olanın üretimi için bir araya
gelen tekilliklerin özgürlüğüne dayalı bir örgütlenme anlayışıdır.
Burada, tekillik kelimesiyle Hardt ve Negri’nin kastetmek istediği şey farkları
özdeşliğe indirgenemeyecek, farklılığı baki kalan bir toplumsal öznedir.23
Zaten farklılığa dayalı bu tekillik düşüncesinden hareketle, çokluk kavramı
halk kavramından da ayrılır; çünkü “halk” birdir ve üniter bir
kavramsallaştırmayı yansıtır. Çoklukta aksine çoktur:
Çokluk asla
bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan
müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik
farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya
görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların
çoğulluğudur.24
Çokluk ayrıca
temsiliyete dayanmayan, ona meydan okuyan bir kavramsallaştırmadır. Çokluğu
oluşturan toplumsal tekil özneler kendi iradeleriyle eylemde bulunurlar. Onlar,
inanılmaz bir özgürlük gücüne sahip olan etkin toplumsal aktörlerdir. Birliğe
indirgenemez ve bir’in iktidarına boyun eğmezler. Kendilerini özgürce ifade
eder ve diyalogları kanalıyla beraberce ortak anlatı yapıları yaratırlar. Bu
nedenle temsiliyete dayanmayan gerçek demokrasiyi gerçekleştirebilecek biricik
devrimci öznelerdir.
Çokluk, bunun
yanı sıra, üretime koşulmuş ve özleri gereği üretken olan bir tekillikler
bütünüdür. Hardt ve Negri’ye göre, bugün üretimin sadece ekonomik anlamda
değil, daha geniş anlamda, toplumsal bir üretim olarak anlaşılması gerekiyor,
yani sadece maddi malların değil iletişimin, ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin
de üretimi olarak. Böylelikle çokluk, potansiyel olarak, toplumsal üretime
katılan tüm figürlerden oluşmaktadır.25 Çoklukta bir araya gelen
figürler de hayatın somut yerlerde büründüğü ayrı biçimleri temsil eden
biyopolitik figürlerdir. Çokluk, yalnızca ekonomik bir kavram değil;
biyopolitiğin biçimlerine dönüşmüş biyopolitik bir etkinliği dile getirir.
“Biyopolitik üretim ne demektir? Her şeyden önce, biyo-iktidara direnmek
demektir.”26
Direnme
bağlamında çokluk kavramı, Hardt ve Negri’nin teorik yaklaşımında,
İmparatorluğa karşı siyasetin öznelerinin yeniden kavramsallaştırılması olarak
ortaya çıkar. Çokluk kavramı bir bakıma, Hardt ve Negri’nin, proletaryanın
boşalttığı yere önerdikleri bir kavramdır. Onlar için çokluk, küresel demokrasi
olanağının ilk kez açığa çıktığı bir zamanda, toplumsal üretimin merkezinde yer
alarak, enformasyon ve iletişimin yaratılması yoluyla bu olanağı mümkün
kılacak toplumsal öznedir. Çokluk devrimci öznenin yegâne gerçekliğidir.
İmparatorluk
ve Çokluğa Dair Eleştirel Değerlendirmeler
İmparatorluk
ve Çokluk kavramı üzerine yukarıda kısaca aktarılmaya çalışılan Hardt ve
Negri’nin görüşleri, üzerinde tartışılması gereken birtakım önemli sorunların
eleştirel bir değerlendirmesini gerekli kılmaktadır. Öncelikle, Hardt ve
Negri’ye göre çokluk, İmparatorluğun ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarının
analizinden açığa çıkan bir realite olarak karşımıza çıkar. Çokluk,
İmparatorluğun içinde barındırdığı bir Karşı-İmparatorluktur.
Karşıİmparatorluğu açığa çıkaracak bir güç olduğundan dolayı da Hardt ve Negri,
İmparatorluğu ilerici bir aşama olarak hatta toplumsal gelişimin en ilerici
aşaması olarak olumlar. Aslında, onların bu perspektifi tamamıyla Marksist bir
çizgidedir. Marx’ın Hindistan’daki İngiliz emperyalizmini baskıcı olmasına
rağmen özgürleştirici bulan diyalektiği ya da kapitalizmi feodal rejimin üretim
biçimlerini ve üretim tarzını ortadan kaldırdığı için olumlaması gibi Hardt ve
Negri’de yeni bir egemenlik biçimi olarak İmparatorluğu olumlarlar:
Biz tıpkı
Marx’ın kapitalizmin kendinden önceki toplum biçimleri ve üretim tarzlarından
daha iyi olduğunu vurguladığı anlamda İmparatorluğun daha iyi olduğunu iddia
ediyoruz. Bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan
kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.27
İmparatorluğu
ortadan kaldıracak ve özgürlük potansiyelini sağlayacak bir güç olarak çokluğu
olumlamaları, Hardt ve Negri’nin ister istemez o potansiyeli açığa çıkaracak
dönem olarak İmparatorluğu da ilerici bir aşama olarak olumlamaya yöneltmiştir.
Ancak burada, İmparatorluk sürecinin her ne kadar çokluk düşünülerek
olumlanması söz konusu olsa da İmparatorluğa böyle bir değer atfetmenin
sakıncalı olduğunun vurgulanması gerekiyor. Bir durumu realitede açıklamakla o
duruma olumlu bir değer atfetmek arasında önemli bir fark söz konusudur. Bu
nedenle, Hardt ve Negri’nin, yeni dünya düzeni olarak İmparatorluğu tüm
boyutlarıyla analiz etmelerinin dikkate değer bir yaklaşım olduğunu ancak bu
analize olumlu bir değer sunmalarının da sakıncalı olduğunu belirtmek
gerekiyor. İçerisinde yer aldığımız İmparatorluk süreci modern dönemde yer alan
disiplinci kontrol mekanizmalarının dışında denetimci kontrol mekanizmalarını
da barındırması, tam olarak bio-politik bir yaklaşımla insanların bios’unu
[yaşam biçimini] kontrol altına alınması açısından olumlu ya da ilerici bir
aşama olarak görülmemelidir. Bu tarz ilerici bir yaklaşım özünde evrimci bir
yaklaşımdır ve İmparatorluğun üst bir dönem olduğunu ileri sürmektedir.
İmparatorluğun üst/ilerici bir dönem olduğunu ileri sürmek ise ondan önceki
dönemlerin daha alt/geride bir dönem olduğunu dile getirmek anlamına gelir ki
bu da totalleştirici evrimci bir anlayışla birlikte hatalı bir tespiti
olumlamaktır. Örneğin, günümüzde, Amazon yerlilerinin bizden çok daha alt bir
hayatı yaşadıklarını ileri sürmek, tamamen kapitalist sömürü koşullarıyla
çevrelenmiş bir toplumda çokta anlamlı bir iddia olmasa gerekiyor.28
Ayrıca bu tarz bir anlayışın pek çok kapitalist ülkenin hatta Sovyetler
Birliğinin de diğer ülkeleri işgal etmesinde, Marksist söylem açısından meşrulaştırıcı
bir işlev de gördüğü unutulmamalıdır.
Hardt ve Negri’ye yöneltilebilecek ikinci
eleştiri ise Karşı-İmparatorluk üzerinden bir sorunsallaştırmayı
derinleştirememeleridir. Hardt ve Negri, İmparatorluğa karşı bir
Karşı-İmparatorluğun ya da çokluğun kendisini nasıl oluşturacağı hususunda
yeterli çözümlemelere yönelmezler. Ancak bugünkü asıl sorun, aslında hareketler
arasında nasıl bir yatay bağlantının kurularak Karşı-İmparatorluğun
oluşturulabileceği sorunudur. Chantal Mouffe’un da aktardığı üzere:
Temel
sorunlardan biri, hareketin farklı bileşenleri arasında ne tür bir ilişki
kurulacağıyla ilgilidir. Sıkça belirtildiği üzere, küreselleşme karşıtı hareket
oldukça heterojen bir harekettir ve çeşitlilik, şüphesiz büyük bir güç kaynağı
olsa da, aynı zamanda büyük sorunlara da yol açabilir. Hardt ve Negri farklı
mücadelelerin siyasal eklemlenmeleri meselesine değinmezler.29
Hardt ve
Negri, hareketlerin yatay olarak siyasal eklemlenmelerinin nasıl olabileceğini
düşünmek yerine her mücadelenin dikey olarak, doğrudan İmparatorluğun merkezine
sıçraması gerektiğini vurgular:
Belki de
mücadeleler arasındaki iletişimsizlik, gelişkin iletişim kanallarının yokluğu,
bu mücadelelerin zayıflığından çok güçlülüğünün bir göstergesidir… Bu
mücadeleler yatay olarak bağlantılı değildir, her mücadele dikey olarak,
doğrudan İmparatorluğun virtüel merkezine sıçrar. Anlamlı olacaksa, her
mücadele İmparatorluğun kalbine, kuvvetini aldığı yere saldırmalıdır.30
Hardt ve
Negri, mücadeleyi bu şekilde tanımladıklarında, en azından şu ana kadar bir
Karşı-İmparatorluğun oluşturulamadığı görülmektedir. Bugün, dikey olarak
İmparatorluğun kurumlarına saldırı ne kadar önemliyse yatay olarak
Karşı-İmparatorluğun nasıl kurulabileceği konusuna eğilip bunun üzerinden
deneyimlemelere girişilmesinin de o kadar önemli olduğunun bir kez daha
vurgulanması gerekiyor. Mücadele biçimi iki türlü gerçekleşmediği sürece
etkinliğinin ve gücünün de azaldığı görülmektedir.
Hardt ve
Negri’ye yönelik olarak ileri sürülebilecek son eleştiri ise Holloway’in de
vurguladığı gibi, çokluğu oluşturan bireylerinin sanki saf öznenin mükemmelen
vücuda getirilmiş bir hali oluşturması31 ve farklılığa dayalı tekil
öznelerden meydana gelen çokluğun, kendilerini ve toplumu dönüştürme güçlerine
çok büyük bir değer atfedilerek mevcut realitenin birtakım yönlerinin görmezden
gelinmesidir. Bu bağlamda, Hardt ve Negri’nin Ortak Zenginlik kitaplarında,
çokluğu oluşturan tekil bireylerle kurumlar arasındaki ilişkinin vurgulanması
önemlidir:
Geleneksel
sosyolojik görüşe göre32 kurumlar bireyleri ve kimlikleri
oluştururken, bizim kavrayışımızda tekillikler kurumları oluşturur ve bu
nedenle kurumlar sürekli olarak akış halindedir.33
Burada
öncelikle, daha geniş bir sosyolojik perspektifin izlenmesi gerektiğini
belirtmeliyiz. Birey/kurum ya da fail/yapı ikililiğinde bireylerin toplumu ya
da kurumları dönüştürücü rolünün olmasına nazaran toplumun ya da kurumların da
bireyleri önemli ölçüde manipüle edip dönüştürdüklerini belirtmek gerekiyor. Bu
nedenle çoklukta, bu kurumsal yapılardaki pek çok güç ilişkisini yıkacak mevcut
potansiyel söz konusu olmasına rağmen çokluğun, bu kurumsal yapılardan
aktarılan pek çok güç ilişkisini de içselleştirdiği göz ardı edilmeden
ilişkisel bir toplumsal analizin oluşturulması gerekmektedir. Bu yapılmadığı
sürece, salt çokluğun idealleştirilmesi, mevcut kurumlara karşı direniş
güçlerini kavramsallaştırmada gerçekliğin belli ölçüde göz ardı edilmesine yol
açacaktır.
İmparatorluk
ve çokluğa dair yukarıda kısaca aktarılmaya çalışılan eleştirel
değerlendirmelerden sonra son kısımda, İmparatorluk ve çokluk bağlamında,
günümüzde cereyan eden geniş kapsamlı toplumsal hareketler üzerine birtakım
düşüncelerin tartışılmasına geçebiliriz.
Çokluğun “Dönüştürücü” Gücünü Toplumsal
Hareketler Bağlamında Yeniden Düşünmek
Bugün dünyanın pek çok yerinde geniş kapsamlı
toplumsal hareketlerin yaşandığı aşikârdır. Bir yanda Arap Baharının getirdiği
devrimci heyecan öte yanda ise Yunanistan’daki ve Wall Street’deki işgal
hareketleri. Elbette, bu hareketlerin geniş kapsamlı analizine girişilmesi bu
metnin temel konusu değildir. Ancak bu hareketleri kısaca, Hardt ve Negri’nin
çokluk kavramıyla ilişkilendirerek düşünmek, bugün çokluk kavramsallaştırmasını
daha eleştirel bir konumda tartışmada bizlere farklı bakış açıları
kazandırabilir. Öncelikle, yakın zamanda cereyan eden bu üç toplumsal harekete
bakıldığında, pek çok kişinin bu hareketlerin birbirlerini
tetiklediklerini/öncelediklerini ileri sürdükleri görülmüştür. Hatta Arap
Baharının, Wall Street’i İşgal Et hareketinin öncülü olduğu çok kez
dillendirilmiştir. Ayrıca tüm bu hareketlerinde, benzer bir şekilde çokluğa
dayalı hareketler olduğu belirtilmiştir. Örneğin, Hardt ve Negri bile, Arap
Baharı üzerine kaleme aldıkları bir yazıda bu mücadelenin salt gerçek küresel
demokrasiyi hedefleyen çokluğun gücüne dayalı [özellikle de devrimci gençlerin
gücüne] bir mücadele olduğunu vurgulamışlardır:
İsyanların
organizasyonu, Seattle’den Buenos Aires’e, Cenevre’ye, Kamboçya’ya ve
Bolivya’ya, dünyanın diğer bölgelerinde on yıldan daha uzun bir süredir
gördüğümüz tek bir lideri, merkezi olmayan yatay bir ağı andırmaktadır.
Geleneksel muhalefet grupları bu ağa katılabilirler fakat onu yönlendiremezler…
Arap gençlerinin isyanının, yalnızca güçler ayrılığını ve düzenli bir seçimi
garanti altına alacak geleneksel bir liberal anayasayı amaçlamadığı çok açık,
aksine, istekleri, çokluğun yeni ifade etme biçimlerine ve ihtiyaçlarına uygun
bir demokrasi biçimi. Böylesi bir demokrasi, ilk olarak, hükümetlerin ve
iktisadi elitlerin ayartmalarına devamlı tabi olan, tipik hâkim medya
formlarının dışında, network ilişkilerinin ortak deneyimleri tarafından temsil
edilecek bir ifade özgürlüğünün anayasal olarak tanınmasını içermelidir.34
Öncelikle,
yakın zamanda cereyan eden bu üç toplumsal hareketin birbirlerini tetiklemediğini/öncelemediğini
vurgulayarak değerlendirmeye başlanılabilir. Bu hareketlerin tümü kendi
içlerinde ayrı ayrı önemli analizleri gerektiriyor. Her ne kadar, bu
hareketlerin tümünde çokluğun araçları ve aktörleri önemli bir yer edinse de bu
hareketlerin her biri çok farklı birleşenleri içlerinde barındırmaktadır.
Örneğin, Hardt ve Negri’nin yukarıda vurguladığı gibi, Arap Baharında, salt
çokluğun gücü, hareketi [en azından şu ana kadar] yönlendirmemiştir. Oradaki
pek çok mezhepsel çatışmanın, pek çok iktidar mücadelesinin de hareketi
yönlendirdiği bir süreç yaşanmıştır ve halen de bu devam etmektedir ve bazı
Arap ülkelerinde hareketin amacı en iyi şekilde liberal bir demokrasi arzusuna
evirilmiştir. Ya da Yunanistan’daki ve Wall Street’deki hareketler, Arap Baharı
hareketine nazaran çok daha farklı bir boyuta yönelmişlerdir. Hareketler kendi
içlerinde iyi analiz edilmediği sürece, onların gelecekteki özgürlük
mücadelesine nasıl evirileceği sorusu da çözümlenmeden kalır.
Aslında
hareketleri iyi bir şekilde analiz edememe, en azından yakın zamanda açığa
çıkan bu üç toplumsal hareketi birbirleriyle özdeşleştirme ya da birbirlerini
tetiklediklerini iddia etme, sanırım günümüzde gittikçe daha fazla açığa çıkan
teoriyle/pratik arasındaki kopukluğa da işaret ediyor. Bugün, sosyal bilimler
açısından düşünüldüğünde, pratik hayat, teorik yaşama nazaran çok daha
hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Bir yanda, Yunanistan da güçlü bir şekilde
ortaya çıkan mücadele dalgası görülmektedir, öte yanda ise yakın zamanda gittikçe
yayılan Wall Street’i İşgal Et hareketi. Ya Arap Baharına ne denilebilir? Arap
mücadelesinin bundan birkaç yıl öncesine kadar açığa çıkabileceğini ve bu
boyutlara gelebileceğini kim söyleyebilirdi ki? Bu şekilde yoğun ve hızlı
gelişen pratik mücadelelerde, en azından şimdilik bu pratiği açıklamaya yönelik
teorik yaklaşımın çok daha geri bir planda kaldığı görülmektedir. Mevcut
pratiğin vuku bulduğu yerden yani hareketin içerisinden teori kurulamadığı
sürece, neredeyse günümüzde açığa çıkan pek çok toplumsal mücadele
aynileştirme/birbirinin izleyicisi olma eğilimine sokulmaktadır. Örneğin,
birden açığa çıkan Arap mücadelesine bakıldığında, bu mücadelenin mekanizmaları
iyi bir şekilde çözümlenmediğinden, hareket hızlı bir şekilde, diğer bazı
toplumsal mücadelelerde de olduğu gibi bütünüyle çokluk kavramıyla ya da
mücadeleye tam da uygun olmayacak başka teorik kavramlarla açıklanmaya
çalışılmıştır.35
Son olarak,
yukarıda değinilen bu üç toplumsal hareket bağlamında can alıcı sorunun da
ortaya konması gerekiyor. Bu hareketler ortaya çıktıktan itibaren gücünü
zamanla neden yitirmeye başlamıştır? Örneğin, Yunanistan’daki eylemler göz
önüne alındığında, hareketin, gerçekten çok güçlü olduğu ve iktidar boşluğunun
da mevcut olduğu bir dönemde, neden gücü gittikçe artmak yerine azalmıştır?
Elbette, bunun pek çok nedeni sıralanabilir ve bu nedenler üzerine de uzun
uzadıya durulması gerekmektedir. En azından burada, çoklukla bağlantılı olarak
tek bir neden üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Bu hareketlerin belki de en zayıf
yönlerinden biri, yıkıcılığı sağlayabilecek koşulları oluşturmalarına rağmen o
yıkıcılığın içerisinden dönüştürücülüğün potansiyelini uzun süreli
oluşturamamalarıdır. Hareketlerin, alternatif yaşam pratiklerini oluşturmada
süreklilik sağlayamamalarıdır. Gerçekten de pratiğin yoğun bir şekilde vuku
bulduğu, hareketlerin kendilerini etkin bir şekilde gösterebildiği kaos
durumları yaratılabiliyorken o kaosun içerisinden alternatif yaşam tarzlarını
geliştirici, toplumsal yaşam pratiklerini ya da kurumlarını özgürleştirici
alanların sürekliliği sağlanamamaktadır. Bugün çokluğun devrimci bir özneye
dönüşmesi gerektiğinden söz ediliyorsa ve bunun günümüzdeki toplumsal mücadele
açısından önemli olduğu vurgulanıyorsa, bu devrimci öznenin sürekliliğini
sağlayacak, onun yarattığı mücadelelerin sadece bir ritüelden ibaret olmadığını
gösterecek ve çokluğun özgürlükçü gücünü yansıtacak özgürlüğe ve demokrasiye
dayalı pratik alanlar yaratmaya çalışmanın zaruri bir gereklilik olduğunun da vurgulanması
önem taşımaktadır.36
Notlar
Michael Hardt, Antonio Negri, İmparatorluk, çeviri Abdullah
Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003), s. 18.
2 Ibid., s.14.
3 Hardt ve Negri, A.B.D’yi İmparatorluk içerisinde
ayrıcalıklı bir yere oturturlar. Hardt ve Negri, emperyal gücün üç kontrol
aracı olan ve emperyal güç piramidinin katmanlarını gösteren bomba monarşik
gücü, para aristokratik gücü ve iletişim demokratik gücü, A.B.D.’nin üç
şehrinin elinde tutuyor gibi göründüğünü belirtirler. Washington (bomba), New
York (para) ve Los Angeles (iletişim). Hardt, Negri, op.cit. dipnot 1, s.354.
4 Antonio Negri, Danilo Zolo , “İmparatorluk ve Çokluk:
Küreselleşmenin Yeni Düzeni Üzerine Bir Diyalog”, çeviri Sinem Özer, Conatus
(Sayı 2, 2004), s. 81.
5 Hardt, Negri, op.cit. dipnot 1, s.20.
6 Ibid., s.14.
7 Ibid., s. 14.
8 Ibid., ss. 18-20.
9 Ibid., s. 194.
10 Immanuel Wallerstein, Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş,
çeviri Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy (İstanbul: Aram Yayınları, 2005) , ss. 26-37.
11 Michael Hardt, Antonio Negri, Ortak Zenginlik, çeviri
Elfa-Barış Yıldırım (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011), s. 83.
12 Hardt ve Negri’nin post-modern süreci yoğun bir şekilde
emek üzerinden okuması, bu düşünürleri diğer pek çok post-modern düşünürden
ayrı bir konuma taşımaktadır.
13 Antonio Negri, İmparatorluktaki Hareketler, çeviri Kemal
Atakay (İstanbul: Otonom Yayınları, 2005), s. 159
14 Michael Hardt “Affective Labor”, Boundary (Cilt 26, Sayı
2, 1999), s. 94.
15 Duygulanımsal emek sömürüsüne örnek olarak uçuş
görevlilerinin ve fast food çalışanlarının işlerinde karşımıza çıkan zorunlu
güler yüzlü hizmet gösterilebilir.
16 Hardt, Negri, op.cit. dipnot 1, s. 305.
17 Negri, op.cit. dipnot 13, s. 160.
18 Ibid., s. 162.
19 Duygulanımsal emeğin devrimci mücadelesi hususunda Hardt
ve Negri şunu dile getirir: “Duygulanımsal ve düşünsel emek, çağrı merkezileri
veya gıda hizmetleri gibi kimi en sıkı ve en ağır sömürü koşullarında bile,
işbirliğini genellikle kapitalist komuta zincirinin dışında, özerk olarak
üretir.” Michael Hardt, Antonio Negri, Ortak Zenginlik, s.150. Ancak Emrah
Göker’in yerinde bir tespitiyle aktardığı üzere, duygulanımsal emeğin devrimci
mücadelesinden söz ederken Hardt ve Negri, bu emek sürecindeki sömürü
ilişkilerinin ve duygulanımların manipüle edilmesi ve denetlenmesi amaçlı
işveren baskısına direnişin nasıl açıklanması gerektiği hakkında bizlere aydınlatıcı
fikirler sunmamaktadır. Emrah Göker, “Toni Negri: Ne Yardan, Ne Serden” Birikim
(Sayı 197, 2005), s.108.
20 Hardt ve Negri, maddi olmayan emeği üreten kesimi
toplumsal işçi olarak tanımlar ve toplumsal işçiden söz ettiklerinde de, aktif
bir tekillikten söz ederler, bkz. Antonio Negri, Avrupa ve İmparatorluk, çeviri
Kemal Atakay (İstanbul: Otonom Yayınları, 2005), s.88.
21 Hardt, Negri, op.cit. dipnot 1, s.220
22 Michael Hardt, Antonio Negri, Çokluk, çeviri Barış
Yıldırım (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004), s.114. Hard ve Negri’ye göre
ortak payda, ne cemaate ne de kamu gibi geleneksel mefhumlara göndermede
bulunur; o, tekillikler arasındaki iletişime dayanır ve üretimdeki işbirliğine dayanan
toplumsal süreçler boyunca da ortaya çıkar. Michael Hardt, Antonio Negri,
Çokluk, s.223.
23 Ibid., s.114.
24 Ibid., s.12.
25 Ibid., s.13.
26 Negri, op.cit. dipnot 13, s.69.
27 Hardt, Negri, op.cit. 1, s.68.
28 Tabii böyle bir yaklaşım, geçmişte ya da günümüzde
yaşayan, Batı’nın vokabüleriyle belirtmek gerekirse “ilkel” toplumlara yönelik
bir ideali de yansıtmamalıdır. Anarşist literatürde bu tarz bir ideali
gerçekleştirme arzusu için bkz. John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çeviri Cem
Atila (İstanbul: Kaos Yayınları, 2000).
29 Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, çeviri Mehmet Ratip
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), s. 130.
30 Hardt, Negri, op.cit. dipnot 1, s. 81-82.
31 John Holloway, Change the World Without Taking Power
(London:Pluto Press, 2010) s. 107.
32 Bu, tam olarak Hardt ve Negri’nin aktardığı geleneksel
sosyolojik görüşten ziyade Durkheim’cı yaklaşımın izleğidir.
33 Hardt, Negri, op.cit. dipnot 11, s. 350.
34 Michael Hardt, Antonio Negri, “Arabs are democracy’s new
pioneers”, The Guardian, 24 Şubat 2011.
35 Bu tarz bir eleştiri bugün Türkiye bağlamında da dile
getirilebilir. “Tekel Direnişi” ortaya çıktığında, pek çok kişinin bu direnişin
mekanizmalarını iyi bir şekilde çözümlemeden, bu direnişi E.P. Thompson’ın 19.
yüzyıl İngiliz İşçi Sınıfı çözümlemesini yardıma çağırarak açıklamaya
giriştikleri unutulmamalıdır. Sonuçta, bu tarz açıklama girişimlerinin
hareketin pratiğine de zarar verdiğini belirtmek gerekiyor.
36 Aslında bu pratik alanlar yaratma meselesine
verilebilecek en açık örneklerden birisi, Türkiye bağlamında düşünürsek, Özgür
Üniversite girişimidir. İmparatorluğun kurumlarına karşı bu gibi pek çok oluşum
hem Türkiye’de hem de yurtdışında gerçekleştirilmektedir. Ancak buradaki önemli
nokta, bu oluşumların kendi içlerinde özgürlüğe ve demokrasiye dayalı bir
yaratımı sağlayabilmeleri ve sürekliliklerini de gittikçe daha geniş alanlara
yayabilmeleridir. Karşıİmparatorluğa dayalı kurumların oluşturulmasının önemli
olmasının dışında, bu kurumların kendi içlerinde de bir düşünümselliğin sürekli
yaratılması gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder