29 Temmuz 2018

ülkü tamer'in ilk kitabında uygarlık eleştirisi, mehmet işten


Modern Türk Edebiyatının Gelişiminde “Modernleşme ve Uygarlık” Sorunu

Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladığı varsayılabilecek modern Türk şiiri, Batı’yla biçimsel paralelliği yakaladıktan sonra, içerik olarak da Doğu şiirinin çocuksu romantizminden, klişe aşk konularından ve hamasetinden bütünüyle kopup modern hayatın somut ve gerçek konularına yönelmeye çalışır. Bu, genç devletin genel paradigması ile de uyuşumlu olduğundan devletçe engellenmez, kendisi için aşırı tehlikeli bulduğu fikirler hariç, desteklenir. Modern bir şiir; Batılılaşmanın vitrini olarak da görülebilecek balolar ve Batılı kıyafetler kadar; bale yapan, tenis oynayan köylü kızlarının salınışını 29 Ekim’in geçit töreninde izlemek kadar göğüs kabartıcıdır. Ama böyle bir salınış töreni nasıl kökleşmiş bir değişimi değil de yüzey yapıyı yansıtıyorsa ve nasıl inandırıcı değilse modern bir şiir için de henüz gereken fikri, felsefi derinlik, şiirsel pratik yoktur ülkede.

Nazım’la (yanı sıra serbest şiir yazan başka bazı isimlerle) yani 1930’larda, modern şiirin biçimi, anlatım yolu ve içeriği büyük ölçüde yakalanmış olur. Aşk, yalnızlık vb. şiirin kadim konuları elbette ele alınmaya devam edilir, ama bunların yanı sıra değişen yaşam koşulları, hayat tarzı ve bunların ortaya çıkardığı yeni sorunlar, en azından belli tarz bir şiirin araştırma ve düşünme alanına girer: Ulusal kimliğin inşası, şehirleşme, geleneksel ile modernin çatışması, kapitalist hayat tarzının ortaya çıkardığı yoksullaşma, sınıf bilinci, yaşamın sahteleşmesi, değerlerdeki hızlı değişim ve en yeni ülkü olarak devrim!..

Batı şiirinde de aynı dönemde benzer bir durum söz konusudur. Ancak, Batılı şairin beslendiği edebiyat ve felsefe, daha temel kimi sorunlarla oldukça uzun zamandır cebelleşmektedir. Endüstri devriminin gündelik hayata kattığı makineler ve otomasyon, arabalar, iletişim olanaklarındaki gelişim vb. Batı’da 200 yıl süren bir karnaval yarattıktan sonra makineleşmenin ilk anda fark edilemeyen kimi acı sonuçları anlaşılmaya başlanmıştır: Doğadan kopuş! En açık olandır. Yabancılaşma! Sadece doğaya değil, birbirine ve hayatın bizatihi kendisine... Yalnızlık! Sinsi bir heyula. Bencilleşme ve insani değerlerin yitirilişi! Bunun getirdiği korkaklık ve güvensizlik!

Uygarlığın geldiği noktada insan ve toplum çözülmektedir!.. Tüm dünyaya hakim olan ekonomi temelli hayat ve insan kavrayışı, sosyalist deneyimler dahil, temel insani değerler olarak kabul edilen değerlerin kitapların sayfalarında ve hamaset edebiyatında kalmasına neden olmuştur. Bunlar bireyde ve toplumda çok ciddi, depresif bir ruhsal zemin ortaya çıkarmıştır. Psikolojik hastalıklarda, intihar vakalarında önemli artışlar... Çekirdek ailenin feodal ailenin yerine ikame edilmesiyle yaşlıların terk edilişi...Kültürel dejenerasyon, kuşak çatışmaları, lümpenleşme... Ve Batı tüm bu sonuçlara spot tutmakta, felsefi ve ideolojik olarak bunların nedenlerinin araştırmasını yapmaktadır. Sadece kapitalizm, sosyalizm gibi iktisadi modeller değil, bizatihi medeniyetin kendisi sorgulanmaya başlanmıştır 19. Yüzyılda: J.J. Rousseau budur, Kropotkin budur, anarşizm bu tür bir itirazdır; varoluşçular, dadacılar edebiyatta bu nedenle ortaya çıkmışlardır, psikoloji, bu arızaların ve teklemelerin bir sonucu olarak çalışma alanı bulmuş ve gelişebilmiştir.

Oysa biz Cumhuriyet’le birlikte hafif bir modernleşmeye girmişizdir henüz. Neredeyse niyet düzeyinde... Karnavalın başlamasına bile çok vardır daha. Batı’da olduğu gibi bizde de ancak o aymaz şenlik havasından sonra medeniyetin kendisini sorunsallaştırabilen şairler, yazarlar, düşünürler çıkabilecektir.

40’lı, 50’li yıllarda teknolojiyle ve şehirleşmeyle tanışır Türk insanı. Doğal olarak romanımız, şiirimiz henüz yaşamda karşılığı direkt olarak görülmeyen yukarıdaki acı sonuçlarla ilgilenemez. Tersine, yeterince modernleşememektir henüz bizim asıl meselemiz. Genellikle modernleşmeye izin vermeyen geri unsurların, örneğin dinin ve feodalitenin eleştirisi yapılır; bu yapılırken halk masumlaştırılır, yöneticiler lanetlenir, bol bol halk güzelllemesi yapılır; aydınlığa ve bilime olan inanç, edebiyatta ağırlığını artırmış bulunan sol-toplumcu çevrelerde temel düstur/diskur olarak varlığını hissettirir; bu kesim, modernleşmenin ve kapitalizmin çocukluk dönemi sonuçları olan köyden kente göç, eşitsiz bölüşüm, ezenler ve ezilenler çatışkısı, geri bıraktırılmış halk gibi olumsuzluklara değinmekle yetinir, nitekim bugün de bakıldığında toplumcu edebiyatın önde gelen isimlerinde, Nazım’da, Ahmed Arif’te, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de… bu durum rahatlıkla saptanabilir.

Öte yandan, temellerini Mehmet Akif’te, hatta Tanzimatçılarda bulduğumuz Batı karşıtlığı zayıf bir damar olarak süregelir. Ne var ki bu, genellikle ‘sözde’ bir karşıtlıktır, Batı’nın ilmine, fennine kimsenin itirazı yoktur, onların alınmasında bir beis görülmez, ancak ahlakını almayacağızdır. Tanzimat klişesiyle söylersek ‘yanlış Batılılaşma’ya karşıdır önce münevverler, sonra aydınlar. Bilimin, teknolojinin ve endüstriyel şehir yaşamının, alet edevatı ile kültürünün, ahlakının bir bütün olduğu görülemez bu kesimde; gerçek manada bir uygarlık eleştirisi yoktur Türk entelijansiyasının. Radikal eleştiri getiriyor gibi görünen İslamcı aydınlar da ‘medeniyet eleştirisi’ yapmazlar; ilerlemenin bir biçiminin, Batı medeniyetinin eleştirisini yapmaktadırlar; bunu da İslamcı duygularla, İslam’ın Batı karşısındaki yenilgisini yok saymak gayretiyle yaptıklarını bugün daha net söyleyebiliyoruz. Akif’in “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” dediği medeniyet’in kendisi midir? Kurduğu karşıtlıktan belli ki değildir. Onun söz ettiği canavar, “böyle bir imanı” boğma gayretinde olan bir medeniyettir: Emperyalist ve kapitalist bir medeniyet! İslamcı-Doğucu anlayıştaki yazarlar, mütefekkirler mesela toplum halinde yaşayışın zorunlu kıldığı kent yaşamını doğrudan yanlışlayamamışlardır, bugün de yanlışlamazlar. Çünkü İslam bir medeniyet dinidir söylemini benimsemişlerdir. Bu kesim, hiyerarşi ilişkisini, temsilin sorunlarını görmez, onlar için doğa ve ekoloji, çocukluk hatıralarının çayırlarından öte bir anlam taşımaz. Kur’an tüm hayata yeter ve zaten Kuran’ın örtüşmeyeceği ‘iyi bir şey’ yoktur! Görmezden gelmek ve eklektik olmak en yaygın savunma biçimidir. Doğa-insan ilişkisinin aldığı yaraya, ulus devletin ve ilerleme tapıncının yaratacağı sonuçlara bigânedirler. Eleştirileri, medeniyete değil Batı’nın teknolojisini ve bilimini alırken İslami ve yerli değerlerin bundan yara almasınadır. Uzay mühendislerinin beş vakit namaz kıldığı, tıp profesörlerinin bayramlarda el öpmeye gittiği bir medeniyeti arzulamaktadırlar esasen. Çoğunlukla İslam’ın ilerlemeye karşı olmadığını, insanın her çağdaki gereksinimini karşılamaya uygun bir din olduğunu ispata girişirler. Bilimin ulaştığı verilerin Kur’an’da zaten olduğunu hararetle savunurlar. İslam ne kadar da moderndir yani!

Kabaca, birine seküler ve Batıcı, diğerine İslamcı ve Doğucu diyebileceğimiz bu iki ana ırmak Cumhuriyet’in başından beri yan yana ama suları birbirine karışmadan akmaktadır. Şiirde ise bu iki ırmağın suları toprağın altında birbirine karışmaktadır. Hem modern şiirin açtığı yarıklardan hem de uygarlık fikriyatını benimsemiş olmanın geçirgenliğinden!.. 40’lardan itibaren ortaya çıkan her yeni şiir atılımı ve her yeni şairin adı bu iki hattan birinin altına yazılmıştır. Garip, 2. Yeni bir tarafa; Büyük Doğu, Mavera vb. diğer tarafa ve aslında birbirlerinden çok da farklı olmadıklarını bilmeden!.. Sonuç olarak bu iki hattın her ikisi de devletçi, milliyetçi, endüstriyalist; özetle, ilerlemeci ve medeniyetçidir.

Bütün bunları niye söylüyorum? Şundan: Bu yazı boyunca açmaya çalışacağım, Ülkü Tamer’in daha 1959’da, ilk kitabı “Soğuk Otların Altında” ile vardığı noktanın şaşırtıcılığını vurgulamak için. Gerçekten de Ülkü Tamer ilk kitabından itibaren ülkedeki felsefi, ideolojik ve yazınsal ortamın henüz tartışmaya başlamadığı bu meseleyi, yani uygarlığın kendisini ele almış, hatta bunun için yola çıkmış gibidir.

Soğuk Otların Altında, Türk edebiyatında “uygarlık”ı temel mesele haline getiren ilk kitaptır; muhtemelen sadece ilk şiir kitabı da değil, diğer türler de dahil olmak üzere ilk kitaptır! Örneklerle de göstermeye çalışacağım gibi eleştirisi teknolojiye, bilimin değerlere saldırısına, kültürel yozlaşmaya değildir, doğrudan medeniyetin kendisinedir. Şehirler halinde yaşamaya, orduların varlığına, doğadan koparılmaya, insanın tabii yaşamdan uzaklaştırılmasına, canlı üzerindeki tahakküme!..

Ülkü Tamer’in kitabına geçmeden evvel söylediklerimin daha anlaşılır olması ve Ülkü Tamer’in şiirindeki öznenin, insan algısının, medeniyet eleştirisinin doğru anlaşılması adına ‘uygarlık eleştirisinin tarihi’ne de değinmek isterim kısaca.

Uygarlığın insanlık tarihinde yol açtığı olumsuzlukları ele almak aydınlanma dönemi filozofları ile, özellikle de J. J. Rousseau ile başlamıştır denebilir. Aydınlanma dönemi filozofları genel olarak insan aklına güvenen, ilerlemeci bir zihniyete sahip olsalar da uygarlığın ilk ciddi eleştirisini Rousseau yapmıştı. Esas olarak uygarlığın insan doğası üzerindeki olumsuzluklarına odaklanan Rousseau, doğanın uyum içinde yaşanacak bir kaynak olmaktan çıkıp tüketilecek bir nesneye dönüştüğünü vurgulamıştır. Neredeyse tüm yapıtları uygarlık eleştirisi odaklıdır.

Ardından gelen Nietzsche gibi başka düşünürler uygarlık eleştirisini geliştirdiler. Ama en önemli eleştiriler, anarşizm’in uygarlık karşıtı dallarından geldi. Primitivistler ve uygarlık karşıtları son 50 yıl içinde yazdıklarıyla ve açılımlarıyla yalnızca kapitalizmi ve endüstriyalizmi eleştirmekle kalmayıp marxizmin ve klasik anarşizmin de, temelde “ilerlemeci” bir tarih yaklaşımına sahip olmalarından dolayı, gidişatı değiştirebilecek fikri zemine sahip olmadıklarını gösterdiler. Özellikle John Zerzan “Gelecekteki İlkel” adlı yapıtıyla anarşizme bambaşka düşünme ve çalışma alanları açtı. Son olarak şunu da söylemek gerekir: İlerlemeci tarih, ilkel-barbar-uygar insan ayrımı yaparak bu çizgide bir ilerleme hattında tarihin oluştuğunu söylemektedir. Zerzan ve başka uygarlık karşıtı düşünce adamları bunun böyle olmadığını, bu kategoriler arasında ileri-geri sınıflandırmasına göre oluşturulan bir tarihin manipülasyondan ibaret olduğunu gösterdiler. Yine ilerlemeci tarih kavrayışı, ilkel insandan uygar insana giden çizginin tarihsel ve evrimsel bir zorunluluk olduğunu öne sürüyordu, buna göre her kültür, gelişmek ve sonunda uygarlığa evrilmek zorundaydı. Oysa bugün bazı bakış açıları kültürlerin uygarlığa dönüşmesinin bir zorunluluk olmadığını kabul ediyor ve medenilerin bütün zulmüne ve yok etme girişimlerine, doğal çevrelerinin saldırı altında olmasına rağmen varlıklarını sürdüren, medeniyet kurmamış kabileleri örnek gösteriyorlar. Yerleşik hayatın medeniyete neden olduğu tezini de yanlışlayan bu kabileler; yerleşik ama gayrımedeni kültürlerini sürdürüyorlar. Bu anlamda ilkel-barbar-uygar insan hattında ‘barbar’a dikkat çeken yaklaşımlar söz konusu. Yani ilkel de medeni de olmayan bir yaşayış zemini öngörülebiliyor. Kültürün olduğu ama uygarlığın olmadığı bir yaşayışın insanlığın geleceği olabileceğine inanan antropologlar, sosyologlar, felsefeciler olduğu gibi, bunu doğru bulup medeniyetten kendini olabildiğince soyutlayıp tabii yaşama geçme arzusu özellikle şehir insanları arasında giderek daha fazla rağbet görüyor.

Medeniyet karşıtlığı eşittir ilkelcilik denklemi artık o kadar geçerli değil. Uygarlıktan olabildiğince kaçınan tek tek kişiler ortak yaşama alanları, kolektifler oluşturuyor. Silahların, savaşların, sömürünün, doğaya ve kendine yabancılaşmış bir yaşama biçiminin egemen olmadığı bir dünya için bugün bu tür çabalar her zamankinden daha anlamlı.


Bir “Efsane-Şiir” Olarak ‘Soğuk Otların Altında’



Ben var ölmek
İstemek, vişne renkli bir balta
Tırnaklarımı kesmek
Sonra atlamak, ata


Şiirlerini 1950’lerin ikinci yarısından itibaren dergilerde gördüğümüz Ülkü Tamer, 1959’da yayınlıyor ilk kitabı Soğuk Otların Altında’yı. Kitabın bütününü tek bir kitap olarak görmek zor ama imkansız değil. Buna karşın, kitabın başından itibaren ardışık olarak yer verdiği bir dizi şiir var ki bunların tek bir şiir olarak oluşturulduğu, daha doğrusu tek, ortak ve büyük bir fikrin türlü bakımlardan şiirleştirilmesi olduğu dikkatli bir okumayla hemen anlaşılmaktadır. Birazdan açıklamaya çalışacağım bu “tek şiir”e lümpen dilindeki “efsane” sıfatına da gönderme yaparak ama onu kastetmeden “efsane-şiir” diyeceğim ben.

Bu efsane-şiir oluş, hem tematik bir incelemede ilk dikkati çeken şeydir hem de şiirlerin sözcük dağarcığı toplamında görülmektedir, Tabir yerindeyse, bu şiirlerin yazılmamış indeksi, sözlüğü, dipnotları bilinçli bir düşünsel çerçeveyi oluşturan küçük bir literatür sunar bize. Sadece tematik bütünlük ve söz dağarcığı değil bir şiirden diğerine yapılan izlek ve imge aktarımları adeta şiirlerin bütünlüğünün görülmesini şairin de özellikle amaçladığını düşündürür.

Benim yaptığım okumaya göre bu efsane-şiiri oluşturan şiirler şunlardır:


- O Eski Bir Güvercindi
- İkindi Kalkanı
- Soğuk Otların Altında
- Nereye Giden Gemi
- Büyücü
- Uzun Parmaklı Silahlar
- Dokuma
- Ölümdü Adı
- Çünkü Çarşılarından Geçtim
- Kiremit Damlı Kırmızı Ev
- Ölüler Gemisi
- Utanç
- Kan
- Ben Var Ölmek

(Bu listenin dışında kalan şiirler buraya eklenmez değildir, ama adlarını sıraladığım şiirler kadar açık bir bütünlük söz konusu değil. Bunlar dışında kalan şiirlerin bazılarında dönemin modası olan II. Yeni tarzı yazma ve/veya kabullenirliği sağlama isteğinin etkili olduğu söylenebilir.)

Yukarıda adlarını saydığım bileşenleri ile bu tek şiirin dayandığı efsane’ye geçeyim:

Efsanenin anlatıcısı birinci tekildir yani “ben” kişisidir. Fakat bu çoğul bir ben’dir ya da tüm hikayeyi yaşamış, her şeyi görecek kadar uzun yaşamış bir bendir. Genel anlamda insanlık tarihinin öznesi olan bir ben. Bu anlamda anlatılan efsaneyi çağdaş bir devriye olarak da görmek mümkün. Bütün hikayeleri yaşamış, bütün zamanlardan, bütün acılardan geçmiştir. Oklarla da avlanmıştır, yıldırımlardan da korkmuş, bambaşka lisanlarda da konuşmuştur, derelerin ve ormanların insan eli değmemiş hallerini de bilmiştir. Ama öte yandan tankları da atom bombalarını da gökdelenleri de ve asfaltların dumanını da görmüştür. Fakat nihayetinde şimdiki zaman içine sıkıştırılmıştır. Böyle bir şimdiki zaman hapishanesine sıkıştırılmak ancak tüm zamanlardan geliyorsanız, özgürlüğü ve tabii yaşamı bizatihi deneyimlediyseniz bu derece korkunç acılara neden olabilir. Modern bir insanın, yalnızca şimdiki zamana ait olan bir insanın varoluşla bu kertede yaralanması söz konusu olmaz.

Bu anlatıcıya “insan” diyelim. Hikayesi şu: İnsan, bir Orman’da yaşamaktadır. Orman onun yurdudur. Orman, şiirlerde insanın saklandığı, geri dönmek istediği, kendisini güvende hissettiği yerdir. Orman’ın her şeyini, her yerini, her dilini bilir. İnsan, gündüzleri avlanmakta, derelere girmekte kadınıyla sevişmekte, kuşlarla yarışmaktadır. Ağaçların, kuşların, geyiklerin, ayıların hepsini tanımakta ve onlarla konuşabilmektedir. Özgürdür, başıboştur, sorumsuzdur, yalnızca hazları ve gövdesi için yaşamaktadır. Hoşuna giden şeyi yapmakta, hoşuna gitmeyenden uzak durmakta, korktuğunda kaçmakta ve uykusu geldiğinde uyumaktadır. Kendisi gibi yaşayan başka insanlar da vardır ama onlarla ihtiyaçları ölçüsünde bir araya gelmektedir, yeryüzü geniştir ve toprak bereketlidir. Bu dünyayı kimin yarattığını, neden var olduğunu düşünmemektedir, etrafındaki her şeyi kutsal görmek, onları sevmek ona yetmektedir.

İnsan, ölümsüzdür, kadını da öyle. Ama ölümsüzlüğün ne demek olduğunu bilmemekte, sadece yaşamaktadırlar. Var oluşlarını tam görmektedirler, kendini eksik görmenin ve mutluluğun tanımları henüz yapılmamıştır. Dünya henüz açıklanmamış, bu nedenle anlaşılmazlaştırılmamıştır.

Fakat asırlar süren bu mutluluk devri artık sona ermek üzeredir. Çünkü şehirler kurulmuştur. Artık orman ve onun insanları saldırı altındadır. Medeniyet tesis edilmiştir, uzakta yıldızlar gibi bazı ışık öbekleri belirmeye başlamıştır, yollar, makineler, şehrin uğultusu vb. Sonra genzi yakan kokular artmıştır. Orman’da yaşayanlar ya tek tek avlanarak, kandırılarak ya da başka çare bırakılmayarak ışıklı yerlere, şehirlere gitmişler, götürülmüşlerdir.

Bazı insanlar birtakım aletlerle çok ağır bile olsa her şeyi taşıyabilmekte, devirebilmekte, yıkabilmektedir. Birtakım aletlerle ve büyük sesler çıkararak hızla gidebilmektedirler. Ve her geçen gün, Orman küçülmektedir. İnsanın korkusu artmaktadır.

Şiirlerde efsanenin değişik zamanlarını ve görünümlerini görürüz. Bazılarında Orman’dadır hâlâ ve kurtulmaya çalışmaktadır, bazılarında şehirlerde saklanarak yaşamak zorundadır, bazılarında bir apartmanda yaşamakta ama Ormanı düşünmekte, oraya geri dönmenin çarelerini aramaktadır.


“Onlar” ise şiirlerde “medeniler”i ifade eder. Bütün alet edevatları ile Orman’a saldırmaktadırlar. İnsanı – medeniyete direnen son unsur olarak- öldürmeyi istemektedirler.  
Daha çok “çarşı”larıyla, “bina”larıyla, “din”leriyle, “silah”larıyla görünürler. “Orman” ve “onlar” kadar “çarşı” da bir keşif kolu ve kandırma aracı olarak çokça söz konusu edilir.

Aynı metaforun farklı şiirlerde aynen kullanılması ya da kısmen değiştirilerek tekrar edilmiş olması bu şiirlerin tek bir efsane-şiir oluşunun açık, takip edilebilir kanıtı olarak görülebilir.

Bu efsane-şiir yenilgiyi hissettirerek ama açıkça kabul etmeyerek ve direnenleri destanlaştırarak biter.



Orman, Onlar ve Biz

Gelir ateşime sokulurdu, o eski bir güvercindi
Başka kimsecikler de yoktu galiba
                                    O Eski Bir Güvercindi

Yorgunlar. Anlıyorum ki ormanın çevresinde dört dönmüşler, benim çıkmamı bekliyorlar. Beni götürecekler.
                                               Soğuk Otların Altında

Nasıl olduysa oldu, sardılar beni birden:
Kadınlar ve erkekler, kemikleri de ortada
                                            O Eski Bir Güvercindi


Hürlük vardı, verdiler onu, istemek için yeniden
Belki aldılar geri, beni bağladılar ama
                                     O Eski Bir Güvercindi


Parsların arkadaşı, her şeyin arkadaşı;
Irmağın kıyısından çekilirdi gölgesi
                                             İkindi Kalkanı

Onu görürdüm göllere girdiğimde, bıldırcın avladığımda akşama
                                                        O Eski Bir Güvercindi


Ne aptal adamlar! Oysa ki nasıl olsa bırakacağım buraları bir gün. Gidip evlerinde otursalar ya, okula bile başlamamış ölü çocukların gezindiği büyük sobalarda. Nasıl olsa, oysa ki nasıl olsa bir gün kapılarını çalacağım. ‘Ben ormandan geldim,’ diyeceğim. ‘Beni yanınıza alın,’ diyeceğim.
                                                                                       Soğuk Otların Altında


Geçerdi sırmalardan ıssız ormanıma
                                             Dokuma

Dün bazı sulara eğildin, bazı geyikler özledin, saçları uzundu galiba.
Ölüm. En uygun durumu yaşamanın. Orman bu mu? Onu bıraktın. Ya şehir? Geriye döndün. Evet ölüm kuşları görüyorum, avuçlarında üşümüş, titreyen bıldırcınların getirdiği...
                                                                                                          Büyü

Kim gösterdi ormanımın yolunu kime
Boyalar, makaslar, çakılarla geldiler.
                                              Dokuma


Kasabanın ortasına asmışlardı beni bir kere
Toplanıp beni seyretmişti halk doğduğum gün
Bir türlü unutmam, leylekler geçmişti
Yağmur tentelere inmişti önce inince.
Kasabanın ortasında vurmuşlardı beni bir kere
Çelik tellerle bağlamışlardı parmaklarımdan
Bazı alışkanlıklara beni, galiba kanlara;
Öğretmişlerdi bana silah sevgisini.
                                                    Kiremit Damlı Kırmızı Ev

Kendi ülkeme yıldızlar değmez, sular akmaz, yağmur işlemez ağaçlarıma
                                                                  Çünkü Çarşılarından Geçtim


Bana baktı. Onu gördüm. Ormanımda yaşasaydı, şimdi ben ormanımda yaşasaydım ne olurdu? Ne iyi olurdu.
                                                                                                                  Nereye Giden Gemi


Bir akşam çelenk taşıdılar şehirden
Tabut çaktılar bizi yeniden öldürmeye
                                  Kiremit Damlı Kırmızı Ev


Seni öldürmek için iniyor dağlardan tabut yüklü kamyonlar, herkes seni duymuş, kafesler taşıyorlar şehirden, çelenkler getiriyorlar akın akın kendi cenazelerine.
                                                                                    Büyücü

Utangaç haydutlar çıkıyor ansızın dağlarıma,
Bulup öldürecekler beni, anlıyorum nedendir,
Nedendir her zaman silahları getiriyor
Ev bittikçe kurulan bir mezardan şehir.
                                               Uzun Parmaklı Silahlar


Ama neden kaçmadım o küçük tanrılardan?
Kaçmadım o yollardan ıssız bir ormana?
Silahlara yapıştım neden, bazı zamanlar güldüm?
Ben neden hep korkaktım, cesaretsizdim böyle?
                                                Kiremit Damlı Kırmızı Ev


Mekik yerine mızrağımı kullanırdım,
Geçerdi sırmalardan ıssız ormanıma,
Bir parçası olurdu o ceylanın ansızın,
Sonra ateşler yakardım, aşk vardı çünkü,
Kulübeme, ormanıma ve yağmuruma ekleyip
Sevinçle uğraşmıştım dokumaya çünkü.
                                                   Dokuma



Bilerek unutuyorum görün
Ellerimi bir ceylanın sırtında
Bana en güzel ormandı oysa.
                                Ölüler Gemisi



Şehir ve Çarşı

Şehir büyüdükçe başkaları gözetliyor beni. O ne ?
Utancın bir başka türlüsü. Meşelerimden yüksek, gürgenlerimden dayanıklı, ama yaprakları olmayan yapılar: Saklanışın ortada olanı. Neden yaprakları yok?
                                                                Nereye Giden Gemi


“Sevin!” diyorlar bana “şehir bitiyor.”
Bir ev vereceğiz , bir de kadın yanına
Yaşaman asıl o zaman başlayacak
Aşk çiçekleriyle inecek çarşılara
Seni bir zamanlar korkutan akşam
                                              Dokuma


Odalar büyük. Ama yine de, nasıl sığarım bu odalara ben? Hele başkaları, başkaları oldu
                                                                                         Nereye Giden Gemi

Bir kılıç verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdular bana;
Bir kazma verdiler bazı savaşlar için,
Arkasından bir ev kurdum onlara;
                                            Ölümdü Adı

Sakalım ağarmamışken öldüm ve ölünce sevindi, zencefil sattı çarşıda
Neden öldüğümü anlamadılar, çünkü güneşler doğdu çarşılar üzerine
                                                              Çünkü Çarşılarından Geçtim


Bir akşam yemekten sonra ağıtlar duyduk.
Taşındı ormanımıza şapkalar ağıtlarla
Sonra her gece ağıtlar duyduk; yürüdü çarşı
Bizi bırakmayan kartal açtı pençelerini akşama.
                                     Kiremit Damlı Kırmızı Ev




Bu şiirlerin hepsinde aynı efsaneyle, bu geniş zamanlı orman-ülkeyle ve barbarla karşılaşırız. En başta yaptığım açıklamalarda da belirttiğim gibi Ülkü Tamer’in 1950’lerde vardığı fikri alan ve şiir düzeyinde koyduğu uygarlık karşıtı perspektif gerçekten çok şaşırtıcıdır. Ülkü Tamer ne tür okumalar yapmıştır, bu düşünsel gözüpekliğin ve şahane hesaplaşmanın ne kadarı okumalarından elde ettiği bir bakışın yansımasıdır, ne kadarı şiirle ulaşılabilecek bir düşünceyi ifade eder, bilemiyoruz. Ama kuşku duymadığım tek bir şey varsa o da Soğuk Otların Altında’nın uygarlık karşıtı bir kitap olduğu. Dünyada bile sağı solu çok sonra konuşulmaya başlanmış bir meseleye sağlam bir şiir dünyası ile yaklaşabilmek ancak büyük şairlerin yeteneği ve sezgisiyle de olabilecek bir şey kuşkusuz.



Not: Bu yazıya Ülkü Tamer’in ölümünden bir süre önce başlamıştım, Soğuk Otların Altında kitabı ile ilgili kapsamlı bir makale olmasını umduğum bu çalışmanın asıl önemli perspektifini ortaya koyacak biçimde bir bölümünü, Usta’yı uğurlama ve saygı niyetiyle Natama’nın bu sayısında yayınlamış oldum. Şiirler yoldaşı olsun, şiirimizin en özgün ustalarından biri olan Ülkü Tamer’i daima sevgi ve saygıyla hatırlayacağız.


-----


Kaynak

- Yanardağın Üstündeki Kuş (Toplu Şiirler), Kırmızı Yayınları, Aralık 2006, İstanbul












Hiç yorum yok: